12 Eylül Kadınları

12 Eylül Kadınları 1
12 Eylül Kadınları 1

12 Eylül ana davası kararı okunup, duruşmadan çıktığımız an ilk arayan Dilvin oldu. Sevinçliydik ama konuşamadık, telefonda sadece karşılıklı ağladık. Dilvin Altınakar Semizer’le şimdi konuşuyoruz.

Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya’nın yargılandığı ana dava sonucunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bir gün mutlaka yargılanıp mahkum olacaklarını biliyordum. Bu inancımı hiç yitirmemiştim. O yüzden, yargılanmalarının önü açıldığında hissettiğim şey umuttan öte mutluluktu. Daha birkaç yıl önce Kenan Evren televizyonlarda ‘Bugün olsa yine aynı şeyleri yapardım’ diyor ve alkışlanıyordu. Esat Oktay Yıldıran’ın çocukları bir TV dizisi nedeniyle ‘Babamızın aziz hatırasına saygısızlık yapılıyor’ diyebilme cüretini gösterebiliyordu. Türkiye’de ne yazık ki kabahatlerin üstünün örtülmesi marifet sayılıyor. Geçmişle yüzleşmeyen, hatta geçmişi unutturmaya çalışan hakim bir anlayış ve tarz var. Ve 12 Eylül için de hep bu yapılıyordu. Dava sonucunu öğrenince, haberi paylaşmak için heyecanla arkadaşlarımı aradım. Ancak çok fazla arkadaşımla duygu birliğini yakalayamadım ve kararı önemsemediklerini gördüm. Bu dava sol kesimin bir kısmınca ilginç bir şekilde küçümsendi. Bu mahkemelerin bizi temsil etmediği tekrarlanıp duruldu. Doğrudur ama eğer toptan reddedebiliyorsak o zaman neden Ethem Sarısülük, Ali İsmail Korkmaz ve daha onlarca kişinin katillerinin yargılanması için çabalıyoruz. Oysa daha geniş kesimlerce takip edilip sahiplenilse bu davanın sonucu daha farklı olabilirdi. Bundan sonra ne olacağı, her şeyden önce bizlerin ne kadar kenetlenip ne kadar ayrıştığımızla doğru orantılı olacak.

Sırada işkence davaları var. Siz de o dönemde DAL’da kaldınız, orada yaşananların zaman aşımına uğratılması mümkün olabilir mi?
İnsanlık suçlarında zaman aşımı söz konusu olamaz. Mesela işkencecilerden Kemal Yazıcıoğlu vardı. O ünlü Komiser Kemal… Emniyet Müdürlüğü’nün 6. katında iken elinde listeyle gelir, ismini okudukları işkenceye götürülürdü. Gözlerim bağlı olduğu için göremezdim ama o geldiğinde işkencehanenin yoğun pislik, kan ve ter kokusunu bastıran parfümünü hissederdim. Yıllar sonra televizyonlarda ‘başarılı vali’ diye lanse edilirken gördüm. Ama benim burnuma ve ruhuma kazınan o parfüme bürünmüş pislik kokusu hiçbir zaman, asla zaman aşımına uğramadı.
Enver Göktürk’ün öldürüldüğünü duyduğum zaman derin bir ‘ohh’ çekmiştim. Binlerce devrimci geçmişti onun tezgahından… Hücrede göz bağlarımızı kaldırarak, ‘İyi tanıyın beni, sizin işkencecinizim, sizden korkmuyorum’ derdi. İşkenceyi zevk alarak yapıyordu. Ben DAL’dayken işkencede öldürülen Hasan Asker Özmen’in katiliydi o. Zeynel Abidin Ceylan da ben DAL’dayken öldürüldü. Ne işkencehanede tanığı olduğumuz ölümlerin, sakatlanmaların ve işkencelerin ne de birebir yaşadıklarımızın telafisi olmaz, hiçbiri de hiçbir zaman zaman aşımına tabi olamaz.

12 Eylül Kadınları 1
12 Eylül Kadınları 1

Kadınlar şiddetin en ağırına direndi. Öyle oldu ki kimi zaman zulümle dalga geçtiniz. Bugün anlatırken, dönüp geriye baktığınızda kadınlarla erkeklerin bir farkı var mıydı, ne görüyorsunuz?
Çok doğru. Gözbağlarımız ilk açıldığında arkadaşım Ayten’le birbirimize baktığımızda kahkahalar atmıştık. Hortlak gibi zayıflamıştık, pislik içindeydik, kapkaraydık. Yalnızca gözbağının altında kalan yerler beyazdı. Her şeye rağmen gülümsemeyi kaybetmemek için de direndik. Yaşadıklarımızdan espriler çıkardık. Tecavüze yeltendiği kadınlardan biri bayılınca ayıltmak için ‘Uyan kızım uyan, ben senin babanım. Hani seninle bir gün birlikte çay içmiştik!’ diyen işkencecinin babalık anlayışına aylarca gülebildik! Kadınlar şiddete direnmeyi, şiddetin en ağırıyla baş edebilmeyi, orada birbirine ve yaşama dayanarak öğrendi. Kendimize ve birbirimize tutunmaktan başka hiçbir şansımız yoktu. Çıktıktan seneler sonra biz kadınlar yaşadıklarımızı erkeklerden daha açık anlatabildik diye düşünüyorum.

İşkencehaneden sonra o ünlü iki yıllık denilen yere getirildiniz, hani şu dilsiz alfabesiyle konuşulan yer…
Evet, hatta bizi cezaevine Enver Göktürk götürdü. Mamak çok dolu olduğu için iki yıllık eğitim enstitüsünü cezaevine çevirmişlerdi. Enver Göktürk bizi teslim ederken, ‘özel gruba özel muamele’ dedi ve İki Yıllık’ın meşhur hoşgeldin dayağı bize özel olarak uygulandı. İşkencehaneden sürünerek de olsa çıkabilmiştim ama o dayaktan sonra bir daha iflah olmadı bedenim, yürüyemedim ve 8 ay boyunca hep yatakta kaldım.
Sabah gözaltı koğuşunda bir grup kadının çeşitli el hareketleri yapıp, güldüklerini gördüm. Anlamadım önce. Sonra, pek çok şeyi konuşmak yasak olduğundan birbirlerine dilsiz alfabesi öğrettiklerini söylediler, ben de öğrenmek istedim. İlk önce ‘iyiyim’ demeyi öğrettiler. Sonra gizli, yasak konuşmalarımızı o dille yaptık. Cezaevinden dışarı çıktığım zaman gururla dilsiz alfabesi öğrendiğimi anlattım herkese, fakat birgün fark ettim ki, dilsizlerin kullandığı alfabeyle alakası yoktu, tamamen uydurmaydı. Orada üretilmiş bizim dilimiz, bizim alfabemizdi o.

Çıktıktan sonra da öğretmenlik yaptınız ve Gemlik Eğitim Sen Başkanlığı’nı yürüttünüz. Sizin bir de cezaevinde İngilizce öğretmenliği deneyiminiz var sanırım.
Evet, ODTÜ’de öğrenciydim, İngilizce’yi iyi bilirdim.Yattığım yerden derslere başladık. Ne yazık ki bir süre sonra derslere olan ilgi düştü. Ben de araya birkaç devrimci kelime ve cümle sokmaya başladım. Tabi ilgi yeniden yükseldi. En çok da İngilizce olarak yüksek sesle tekrarladığımız ‘biz devrimciyiz, onlar faşist’ kalıbı hoşa gitti ve canımız sıkıldıkça bu cümleyi bağıra bağıra söylemeye başladık. Nasılsa kimse anlamıyordu ve bu yüzden müdahale gelmiyordu. Biz de, ‘biz devrimciyiz, onlar faşist’ diye bağırdıkça içimizi rahatlatıyorduk.

Darbe yapıldığını nerede, nasıl öğrendiniz? İlk duyduğunuzda ne hissettiniz?
Okullar açılmadan ailemi görmek için İstanbul’a gitmiştim. O gece yengemlerde kalmıştık. Sabaha karşı annem ve yengem telaşla gelip bizi uyandırdılar; ‘Çabuk uyanın, ihtilal oldu, ordu yönetime el koydu’ diye… Hızla yataklardan fırlarken ‘Ne ihtilali ya..darbe oldu, cunta geldi’, demiştik biz de… Tabi ki yaşantımızda çok fazla şeyin değişeceğini hissediyordum ama daha sonra gördüm ki çok eksik tahmin etmişim.

 

12 Eylül Kadınları 2
12 Eylül Kadınları 2

AMA BU BENİM KARDEŞİM…

Gazete düzenli geliyor muydu koğuşa, dışarıdan haberiniz olabiliyor muydu?
Evet geliyordu tabi ama bazen verilmediği oluyordu. O zamanlar özel bir durum olduğunu anlardık, örneğin aralık ayının 13-14’ünde günlük gazeteler verilmediğinde, Erdal’ı astıklarını anladık. Birkaç gün sonra işlerine gelen gazeteleri getirdiler. Gazeteleri aramızdan biri yüksek sesle okur, diğerleri dinlerdi. Hatırladığım kadarıyla o gün gazeteyi okuyan Rezzan’dı. Okunan haberde, Erdal’ın asılmasını protesto için pankart asan bir gencin yakalandıktan sonra öldüğünden bahsediliyordu. Hepimiz bu gencin de işkenceyle öldürüldüğünü anlamıştık. Rezzan’ın ölen gencin adını okurken, ‘Ercan Koca… Ama bu benim kardeşim!’ deyişi ve donup kalışı bunca yılın ardından hâlâ her hatırladığımda yüreğimi burkar. Önce hepimiz donduk kaldık ama hemen sonra hep bir ağızdan yüksek sesle marşlar, ağıtlar söyledik. Tabi ki askerler gelmekte gecikmedi. Herkesi koğuştan çıkardılar. Yüzbaşının ‘içerde kimse kaldı mı’ sorusunu askerlerden biri ‘sakat kız kaldı’ komutanım’ diye cevaplayınca, kollarıma girip beni de arkadaşlarımın yanına koydular. Sevindim, her ne olursa olsun arkadaşlarımla birlikte olmak istiyordum. Askerler hepimizi evire çevire dövdüler, onlar yoruldukça yenileri görevi devraldı. Sakatlığımdan dolayı belime, sırtıma jop vuramayınca boynumu jopladılar bolca. O olaydan sonra onlar bize üç gün havalandırma ve görüş yasağı koydular, biz de onları protesto etmek için üç gün açlık grevi kararı aldık.
MAHKUMLARI DENEK YAPTILAR

Aradan o kadar yıl geçti ama ağrılar hâlâ sürüyor…
Evet, çıkınca ameliyat olmama rağmen hâlâ hiç kesilmeyen şiddetli ağrılarım var ve bazen dayanılmaz oluyor. Tabi ki cezaevinde bu ağrıların çok daha dayanılmazını yaşıyordum. Görüşlerde annemden saklamaya çalışırdım ama o fark edip, ‘kızımı doktora götürmezseniz, dünyayı ayağa kaldırırım’ diyerek her seferinde cezaevi yönetimiyle tartışırmış. Bir gün revire çağrıldım ve yüzbaşı beni askeri hastaneye göndermek istediğini söyledi. Önce tereddüt ettim çünkü tekrar işkenceye götürülüyor olabilirdim. Arkadaşlarla epey düşündük ama sonra ‘tamam’ dedim. Sabahın erken saatlerinde beni alıp hastaneye götürdüler. Gecenin geç saatlerinde dönebildim. Doktorlar ameliyat olmam gerektiğini söylemişlerdi. ‘Doğrulama, oturama, doğurama, seni öldürüp araziye atacağız’ naraları içinde işkence yapanlar mı revirde bana bakacaktı ve beni iyileştirecekti! Cezaevindeyken asla ameliyat olmamak konusunda kesin kararlıydım. Doktorlara da güvenmiyordum… İşkencehanelerde onların da gözetiminde sürüyordu her şey. Yıllar sonra, İstanbul’da bir grup siyasi mahkumun ilaç denemelerinde gizlice kobay olarak kullanıldığını öğrendiğim zaman, kendi kendime iyi ki güvenip de ameliyat olmadım deyip durdum.
İŞKENCE DETAYLARINI İLKOKULDA ÖĞRENDİM

Annem 12 Eylül olduktan bir hafta sonra içeri alınıyor. Özellikle ilk 13 gün hücreye bile konulmadan, uyutulmadan, yedirilmeden, içirilmeden sürekli dayak, işkence, askı, tecavüze yeltenme, akıllarına ne gelirse yani, savurma, duvarlara atma, üstünde tepinmeye varıncaya kadar çeşitli işkencelere maruz kalıyor. İşkencehaneden çıktığında artık yürüyemiyor ve bir tek tuvalet ihtiyacı için kaldırılıyor.
Annem 52 kilo olarak girdiği cezaevinden 38 kilo olarak çıkıyor.
Cezaevinden çıkınca ameliyat oluyor. Doktorun dediğine göre normalde insanın belinde bir, iki disk kayarken, annemin belindeki diskler dağılmış vaziyetteymiş. Annem artık yürüyemeyeceğini düşünüyor ama çok sürpriz bir şekilde, çok da yavaş olmak koşuluyla iyileşiyor. Bu arada babamla evleniyorlar. Doğum yapmasına ancak 1985’te izin veriliyor. Ben de 1986’da doğuyorum.
Annem bütün bu işkencelerin ardından 146. Madde’den yargılandığı davada beraat ediyor.
Annemin hâlâ yılda birkaç ay yatak faslı olur. 12 Eylül gerçeği kendimi bildim bileli hayatımdaydı ama 12 Eylül denen sürecin tam anlamıyla ne olduğunu kavramam, ilkokuldayken işkence detaylarını öğrenmemle başladı. Tepkilerim ilk başta inanamamak ya da inanmak istememek ve detayları deşmekten kaçınmak yönünde olmuştu.
Halen oturup ağlamadım ama her aklıma geldiğinde gergin ve sinirli bir insana dönüştüğümü fark ediyorum. Aslında böyle bir ailede büyümenin hem güzelikleri hem de zorlukları var. Bir kere erken olgunlaşıyorsunuz… İlişkilerimde belli bir sınırı aşmamayı tercih ediyorum. Bu anlattıklarım, 12 Eylül’ün bende bıraktığı izlerden…
Şu anki düşüncelerime göre yapılması gereken, ‘bunlar olmamalıydı’ diyerek gerilip umutsuzluğa veya mutsuzluğa düşmek yerine, bir daha yaşanmaması için ‘ne yapılabilir, nasıl hesap sorulur’un peşine düşmek ve hatta, bu süreç şu an çok farklı gerçeklik algısı içinde olan yeni nesil gençliğin belleğine nasıl kazandırılabilir, onu araştırmak.

İlginizi çekebilir...

PSAKD-DANISMA-KURULU-

PSAKD yöneticileri: Gençlerimiz ışık saçıyor-VİDEO

PİRHA- PSAKD şube yöneticileri, Antalya’da gerçekleştirilen iki günlük danışma kurulu toplantısını değerlendirdi. Uzun aradan sonra …