12 Eylül’ün dışarıdaki koğuşu

12 Eylül
12 Eylül
12 Eylül’ün dışarıdaki koğuşu 1
12 Eylül’ün dışarıdaki koğuşu 1

12 Eylül’de cezası onaylanmış, televizyon ve radyolardan sürekli isimleri okunan, haklarında vur emri çıkarılmış 12 Eylül mağdurlarından Nuri Koçak, 10 yıllık kaçış öyküsünü anlatıyor: “Altı-yedi ay sonra babamın öldüğünü öğrendim. Cenazeye gelirim ve yakalanırım diye söylememiş annem”12 Eylül darbesi ile sayısız insan kaçak yaşamaya başladı. Sadece cezaevlerinde değil, dışarıda da kocaman bir hücre hayatı vardı. Herkes tek başına kalmıştı. Arananlar başkalarının başını belaya sokmamak için kimsenin yanına sığınamıyordu. Yolda tesadüfen karşılaşan en yakın arkadaşlar, en çok konuşmaya ihtiyaç duydukları bir zamanda kendilerinin mi yoksa arkadaşlarının mı polis takibinde olduğunu kestiremediklerinden birbirlerine selam bile veremediler. Kalınan yerlerde, aylarca sabahlara kadar, geldi gelecekler diye ayak sesleri dinlendi. Gece sokağa çıkma yasağından sonra sayısız ev basılıyordu. Evimize baskını, sığındığım ağacın tepesinde, yaprakları arasında kamufle olmaya çalışarak sabaha kadar izlemiştim. Bacasından duman yükselen evler, kitap yakılıyordur diye anında basıldı. Birbirini sevmeyen insanlar, hiç alakası olmayan kişileri bile ihbar etti. Sayısız kişi okullarından, işlerinden kovuldu. Sayısız insan güvenlik soruşturması nedeniyle işe giremedi. Cezaevlerine girenlerin yakınları bütün bunları yaşadığı , sürekli tehdit ve itibarsızlaştırılmayla karşılaştıkları gibi, çokça da yalnızlaştırıldı. Dışarıda yaşananlar anlatmakla bitmez.
12 Eylül’de cezası onaylanmış, sokaklara asılmış ‘aranıyor’ afişlerinde isimleri bulunan, televizyon ve radyolardan sürekli isimleri okunan, haklarında vur emri çıkarılmış kişilerden Nuri Koçak’la, 10 yıllık kaçış öykülerini konuştuk.

12 Eylül’den kısa süre önce Erdal Eren ve Necdet Adalı ile birlikte Mamak Askeri Cezaevi’ndeydiniz.
Evet, onlar hücredeydiler ama bizim havalandırmaya çıkarılıyorlardı, her gün görüşüyorduk. Arada izin alıyorduk, benim koğuşuma geliyorlardı, birlikte vakit geçiriyorduk. Necdet Adalı, sanat müziğinin ağır makamlarında şarkılar söylerdi, sesi çok güzeldi. Ben de cezaevine illegal yollardan getirtilen kuru çay demlerdim onlara.
Mamak’ta kalanlar kuru çayı bilir, askerlerin gizlice getirdiği iki demlik, küflü ıslak olmayan çay.

Siz 12 Eylül’den kısa süre önce tahliye oldunuz ama davanız sürüyordu değil mi?
Jale ile ben 8 Ağustos’ta, muhtemelen görevsizlik kararı verileceği için tahliye olduk. Ama 12 Eylül öncesi bizi tahliye eden hakim, 12 Eylül’den sonra Askeri Yargıtay’a atandı ve kendi tahliye kararını Yargıtay’da kendisi bozdu, bize beş yıllık cezayı onadı. Bütün cesaretimi toplayıp kendisiyle görüştüm. “Biz bunu yapmak zorundaydık. Bu ülkede 5-10 yılda bir af çıkıyor, aynı durumda oğlum, gelinim olsa onlara kaçın derdim” dedi. Onun üzerine Jale’ye, yurtdışına kaçalım dedim, ben asla yurtdışına kaçmam dedi ve macera başladı. 10 yıl kaçtık.

Geçmişini yaz ve unutma
Geçmişinizle ilgili bir hikaye yazmanız ve onu hiç unutmamanız gerekiyor

Beş yıllık cezanın zaman aşımı 10 yıl olduğu için 10 yıl kaçtınız. En büyük zorluk neydi, nereye kaçtınız ?
En büyük zorluk karı koca kaçak olmak. İkimiz de aranıyorduk, ikimizden birinin diğerinin hayatını kolaylaştırabilme şansı yoktu. Sürekli af çıkacak söylentileri vardı, o af hiç gelmedi. Önce Ankara’dan küçük bir sahil kasabasına gittik, ama öyle bir yerde barınma ihtimalimiz hiç yoktu, her yerde resimlerimiz asılıydı. Kaça kaça İstanbul’a kaçtık.

Öyle bir durumda insan yakınlarının ya da başkalarının hayatını tehlikeye atmamak için kendi başına hareket etmek zorunda kalıyor. Sizin her yerde afişleriniz vardı, televizyon ve radyolardan sürekli isimleriniz okunuyordu. Kendi isimlerinizle mi kaçtınız?
Evet, çöp tenekeleri, duvarlar, direkler her yerde arananların listesi asılıydı. Robot resimlerinin ne kadar kötü çizildiğini görür güler ama ürkerdik. TV ve radyolardan, arananların saatlerce isimleri okunurdu. Her şeyden önce kendimiz hakkında iyi bir hikaye kurmalıydık ve hep aynı hikayeyi anlatabilmek için, o hikayeyi asla unutmamalıydık. Geçmişimize dair kendimize ait kullandığımız tek şey isimlerimizdi.

Kaçak hayatın zorlukları, tehlikelerine rağmen çalışmak zorundaydınız.
Her insan gibi paraya ihtiyacımız vardı. Çalışmak zorundaydık. Öyle bir iş yapmalıydık ki, hakkımızda hiçbir şey sorulmasın. Çalışırken bizi en çok korkutan, bir şekilde adımızın yüksek sesle okunmasıydı. Mesela iş yerinde çağrılmak için anons edildiğimiz zamanlarda, hem almaya mı geldiler hem de oradaki herkes acaba fark eder mi korkusuyla tüylerimiz diken diken olurdu. Çok iş değiştirdik.

Devletle hiçbir şekilde bağ oluşturmamanız gerekiyordu. Ne ikametgah belgesi, ne sigorta kaydı…
Biz reklamcılık sektörüne girdik. Ben sanat yönetmeni, Jale reklam yazarıydı. İkametgah belgemiz yoktu vermedik, sigortalı olmayı istemedik. Hani hikayemizi iyi yazmamız gerekiyordu demiştim ya, bütün bunların nedenini açıklayacak bir gerekçeyi en başında hikayemizin içine koymuştuk. İş yerinde çok dikkatli olmak zorundaydık. Asla otelde kalmamak gerekiyor, o yüzden yurtiçi iş gezilerini reddetmek zorunda kaldık ya da pasaport alamayacağımız için yurtdışı iş görüşmelerini hep reddettik. Şaşırıyordu herkes ve her seferinde bahane bulmak durumunda kalıyorduk. İş yerinde asla yükselmemek gerekiyordu, eğer yükselecek gibi olunursa ya ayrılmamız ya da kendimizi attırmamız lazımdı. Ama biz yükseldik, hatta defalarca ödül verildi. Hiç birine katılamadık. Ben aynı zamanda karikatüristtim. Bir tek Nasrettin Hoca Karikatür Yarışması’nda verilen ödülü almaya gittim. Ödülü dönemin Belediye Başkanı Bedrettin Dalan’ın vereceğinden haberim yoktu, o verdiği için bütün televizyonlarda yayınlandı. Yayınlanır yayınlanmaz, Ankara’da ailelerimizin evi tekrar basıldı, onlara zor günler yaşatıldı. Teslim olmazsa sizin hakkınızda da vur emri çıkartacağız diye tehdit edildiler. Bir süre sonra kendi işimizi, kendi adımıza değil başkalarının ortaklığı ile kurabildik. Ne banka hesabı açabiliyorduk, ne işimizde kazandığımız avantajları kullanabiliyorduk. Her şey riskliydi.

Arka kapıdan kaçırıldık
Karikatürleriniz yayınlanıyordu, imza atabildiniz mi?
Önceden de karikatürler yapıyordum. Bu kez Nuri Koçak yerine, sadece ‘Koç’ imzası kullandım.

İş dışındaki hayat?
Evimizi sürekli değiştirdik. En geç 22.00 civarı evde olmak zorundaydık. Polisler bazı köşelerde kimlik soruyorlardı, onları kimliklerimizi uzaktan göstererek aşabiliyorduk ama, bazıları ellerinde listeyle bekliyorlardı. O kontrol yerlerini kestirmek, koklamak, hafızaya kaydetmek gerekiyordu. Polisin seçeceği insan tipinde olmamak gerekiyordu, o yüzden sürekli farklı kendimiz olmayan bir tiple dolaştık. Bazı semtlerin belediye otobüslerinde listeyle kimlik kontrolu yapılırdı. Şehir hapishaneye dönüşmüştü, akrabaların olduğu semtlerin yakınından geçilmemeliydi. Şehirler arası otobüslerde de durum aynıydı. En güvenilir seyahat aracı uçaktı, o da çok pahalıydı. Ayrıca otelde kalmak imkansızdı. Bazı özel günlerde işe gitmek dahil, evden hiç çıkmamak gerekiyordu. Özellikle meyhanelerde listeyle kontrol sıkça yapılırdı, kaç defa sahipleri sayesinde arka kapıdan kaçırıldık. Nedenini söyleyemesek de anlıyorlardı. Ben Karikatüristler Derneği’nin kimliğini de kullandığım için çoğu yerde onu gösteriyordum, gazeteciyim diye geçiyordum. Jale’nin bir gün çantası çalındı ve sonra kimliksiz kaldı, evlilik cüzdanıyla idare etmeye çalıştı.

Ailelerinizle ilişki kurabiliyor muydunuz?
Jale’nin babasını ve küçük kardeşini defalarca Emniyet’e aldılar. Ben, kaçak göçek arada annemle ankesörlü telefonla konuşabiliyordum. Bir ara babamı sorduğumda iyi, telefona gelemiyor diye geçiştirdi. Altı-yedi ay sonra babamın öldüğünü öğrendim. Çıkıp cenazeye gelirim ve yakalanırım diye söylememiş. Cenaze ritüeli bir insanın öldüğüne inanmak açısından çok önemli, cenazeye gitmeyince öldüğüne asla inanamıyorsun, daha sonra mezarına sadece bir kez gidebildim, gitmemeyi tercih ettim.

Çocuk kimliksiz olur
Geçmişe ait kurgulanmış bir öykü oluşturmuştunuz, hem var hem yoktunuz. Hayatınızın bu süre içindeki yeni öyküsü de yaşanmaya devam ediyordu, başka neleri yapamadınız ?
Kıstırılmıştık, ona rağmen o şartlarda yarattığımız bütün iyi imkanları geri çevirmek durumunda kaldık. Eğer reklamcılık değil, başka bir işte çalışsak, yakalanma ihtimalimiz çok yüksekti. En büyük avantajımız hem iş hem de çevre tarafından sevildik. Fazla üzerimize gelmediler. Birlikte çalışana kadar, her akşam buluşup eve birlikte giderdik, bir defasında evin kapısını açık bulduk. Geldiler dedik, meğer hırsız girmiş. Bunların hepsi bizim için ölüm kalım hissi uyandıran anlardı. Sürekli dikkatli olacaksın. Ayrıca çocuğun da olmayacak, olursa da kimliksiz olacak. O yüzden oğlumuz Mavi Deniz, 1995 doğumlu.

1994’te zaman aşımına uğradınız. İlk ne yaptınız ?
İlk olarak iki otobüs dolusu insan, Ankara’ya geldik. Ankara’da kutlama yaptık, ailelerimizi gördük. Sonra bir ikametgah kimliğimiz oldu, sigorta kimliğimiz, çocuğumuz ve pasaportumuz.

Özellikle pasaport alırken yine de zorlandınız mı?
Hem de nasıl! Evrakları tamamlayıp Emniyet’e gittiğimiz zaman, kemerlerimiz ayakkabı bağımız alınıp 5. kata çıkarıldık. İki ayrı hücreye konulduk. “10 yıl nasıl kaçtınız, o 10 yılı şimdi burnunuzdan getireceğiz” dediler. Ailelerimiz devreye girdi, ertesi akşam bırakıldık. Daha sonra inatla uğraşıp her seferinde alıkonulmaya rağmen , birkaç sene sonra pasaportları aldık.

10 yıl sürekli dikkatli yaşadıktan sonra, zaman aşımı olduğu an özgür hissetmek mümkün olabildi mi?
Hayır. Hâlâ o korku, kuşku, dikkat ve refleks hali sürer.

İlginizi çekebilir...

PSAKD-DANISMA-KURULU-

PSAKD yöneticileri: Gençlerimiz ışık saçıyor-VİDEO

PİRHA- PSAKD şube yöneticileri, Antalya’da gerçekleştirilen iki günlük danışma kurulu toplantısını değerlendirdi. Uzun aradan sonra …