Bir Soykırım Hikayesi: 21 Mayıs Çerkes Sürgünü – Selahattin Bilici

    Söyle bana yolcu; geçip giderken onca yeri, vatanıma da düştü mü yolun? Toprağıma yüz sürdün mü? Bir evim vardı benim. Üzerinde dumanı tüten bir ocağım. Duruyor mu hala

yerinde? Yoksa o da benimle birlikte sökülüp atıldı mı köklerinden? Suyumdan içip, hava mı soludun mu? Dağımın serin yelinde uçuştu mu saçların?

Bana yasak yurdum sordu mu bizi sana? Bilirim gözleri yoldadır daha. Fısıldadın mı kulağına, söyledin mi ona? Çocukları ne kadar düşse de uzağa, geceye son verecek şafağın umudunu taşırlar hala.
Geç otur hele şöyle bir. Uzun yolda geldin, az soluklan. Benim olanı paylaş benimle. Bir hikayem var anlatacak. Hikayemin tanığı ol. Hiç bir şey söyleme, sadece dinle. Ve anlamaya çalış. Hiçbir insan evladı durduk yere terketmez, doğup büyüdüğü toprakları. Bir sürgün düşerken yola, götürmesine izin verilen tek yükü olan acıyı taşır sırtında.
Çerkesler 100 yılı aşkın bir süre boyunca kendilerini boyunduruk altına almak isteyen Rus İmparatorluğu’na karşı, tarihin en onurlu direnişlerinden birisine imza attılar. Eşit olmayan bir savaşta, kat be kat güçlü işgalciye boyun eğmediler. Dileseler, Rus hakimiyetini kabul edip vatanlarında yaşamaya devam edebilirdiler. Ama onlar için vatan, üzerinde özgürce at sürdükleri topraklardı. Vakti zamanında Tanrılara bile kafa tutmuş Nartların çocuklarıydı söz konusu olan. Esaret altında evlerinde yaşamaktansa, bir kez daha özgürlük ve onurdan yana yaptılar tercihlerini.
Bir halkın trajedisi, o halkı oluşturan bireylerin ayrı ayrı çektiği acıların toplamından oluşur. Dama damla biriktirilen hikayeler, tarihi bir utanca dönüşüp insanlığın karşısına dikilir. Çerkes Soykırımı karşınızda duruyor. Onu bilin, onu tanıyın.
Sabah olduğunda bütün köyün boşaltılması gerekiyordu. Verilen sürenin sonuna gelinmişti. Gece boyunca hiç kimse uyumadı. Berrak gökyüzünde parlayan aya ve yıldızların ışığında, her bir ayrıntı hafızalara kazındı. Ağaçlar, taş, toprak, dağın gölgesi, rüzgarın sesi, suyun şırıltısı, onlara eşlik eden yaşanmışlıklar, vatanın  kendisi. Bir ruha ne kadarı sığdırılabilirse o kadarı, bakışlara taşındı. Kimse konuşmadı. Sadece dinlediler. Üzerinde özgürce at sürdükleri toprağın fısıltılarını. Çocuklarım diyordu, çocuklarım. Beni böyle yalnız bırakıp nerelere gidiyorsunuz? Gülüşünüz, savaş naralarınız, esriklik veren ezgileriniz, dans ederken yüzümden eksik olmayan dokunuşlarınız. Onlar olmadan ben kime, nasıl yeniden analık yaparım? Çocuklarım; burada olacağım. Ve gözlerim ufukta, atlarınız üzerinde yeniden belirmenizi bekleyecek. Bana layık evlatlar oldunuz. Sizden razıyım. Şimdilik hoşçakalın.
Güneş gökyüzünde belirdiğinde herkes hazırdı. Önde yaşlılar, arkada kadın, erkek ve çocuklar. Yanlarında sadece taşıyabilecekleri kadarına izin verilen eşyaları ile düştüler yola. Yayan yapıldak. Kendilerine refakat edn düşman silahlarının gölgesinde, şimdiye kadar yaşadıkları gibi dik başlarla ilerlediler. Yenenlerin yenilenlere karşı ne kadar merhametsiz olabileceği, ayak seslerinin çıkardığı her yankıda tarihe not düşülüyordu.
Bir savaş üç yıl sürer, beş yıl sürer, on yıl sürer. Koca koca dünya savaşlarının en fazla altı yıl sürdüğü göz önüne alınırsa, yaklaşık 150 yıl süren Çerkes-Rus savaşının boyutu daha rahat anlaşılır. Bu 150 yıl boyunca Çerkesler, emperyalist amaçlar, başkalarının toprağını işgal etmek, şan, şöhret, altın için savaşmadılar. Binlerce yıldır üzerinde özgürce yaşadıkları topraklarında, aynı şekilde yaşamaya devam etmek için direndiler. Osmanlı, İngiliz ve Rus İmparatorlukları’nın çıkar savaşında, kaybeden taraf oldular. Onları savaşmak için teşvik edenler, emperyalist emellerini Rusların bu şekilde oyalanmasında görenler, verdikleri sözleri asla tutmadılar. Yeri geldiğinde Rusların insafına terk etmekte sakınca görmediler. Yenilgi kaçınılmaz olup da, savaş sona erdiğinde, Çerkes halkının önüne iki seçenek konuldu. Ya gidecekler ya da gösterilen çorak, bataklık arazilerde Rus egemenliği altında yaşayacaklardı. Yani aslında tek bir seçenek sunuluyordu.
Ne İngiliz, ne de Rus İmparatorlukları, bu durum karşısında kılını dahi kıpırdatmadı. İngilizler için önemli olan, Çerkes savaşçılarının Rus ordusunda yer almalarının önünün kesilmesiydi. Osmanlı için önemli olan, artık iyice yıpranmış ve sayıca azalmış durumda ki ordusunu Çerkesler ile güçlendirmekti. Ruslar için önemli olan, her ne pahasına olursa olsun Çerkeslerden kurtulmaktı.Kısacası, birbiri ile kanlı bıçaklı olan bu üç devlet, bir konuda tam bir mutabakat içindeydiler. Çerkesler gönderilmeliydi.
Kafile Karadeniz kıyılarına vardığında ilk kayıplarını vermeye başlamıştı bile. Yaşlılar ve çocukların bir kısmı artık yoktu. Binlerce insan kendilerini alacak olan gemileri beklemek için sahile yığıldı. Sayıları, her geçen gün onlara eklenen yeni binlerle durmadan artıyordu. Aylardan Mayıs’tı, Haziran’dı, Temmuz’du, Ocak’tı, Şubat’tı. Ayları adı değişse de getirdiği şey değişmiyordu. Ölüm.
Kavurucu sıcağın altında açlıktan, susuzluktan öldüler. Hastalıktan kırıldılar. Dondurucu soğuğun altında açlıktan, susuzluktan öldüler. Hastalıktan kırıldılar.Öldüler ama azalmadılar. Sürekli olarak yeniden gelenler, ölülerin yerlerini alıyordu. Ne onları taşıyacak kadar çok gemi, ne besleyecek yiyecek, ne de ısıtacak bir çatıları vardı.
Ölüm önce en zayıf olanlara saldırıyordu. Yaşlılara ve çocuklara. Sonra tek tek almaktan sıkılıyor, bir salgına dönüşüp önüne geleni yutuyordu. Hala gücü, kuvveti kalan ana, babalar çocuklarını; çocuklar ise ana, babalarını gömüyordu. Gücü, kuvveti tükenmiş olanların ölüleri ise yaşayanlar ile iç içeydi.
Duyuyor musun ey büyük insanlık? Tarihin en büyük soykırımlarından birisi işte böyle başladı. Kafkasya’nın sarp yamaçarından, Karadeniz’in kıyılarına uzana yolda. Bir halk, senin umarsamaz bakışların eşliğinde kıyımdan geçirildi.Siz görmezden gelseniz de, yollar şahidimdir. Karadeniz şahidimdir. Kafkas dağları şahidimdir. Şu yerde yatan cansız bedenler şahidimdir. Siz görmezden gelseniz de, ölüm şahidimdir.
Rus, İngiliz ve Osmanlı Devletleri, Çerkeslerin sürgün edilmesi hususunda mutabakata varmışlardı, ancak gözden kaçırdıkları bir nokta vardı. Bu kadar çok insanın birden nasıl nakledileceği? Sürgünlerin beraberlerinde hiç bir şey götürmelerine izin verilmemişti. Karadeniz kıyısına varıncaya ve burada kendilerini alacak olan gemileri bekleyinceye kadar geçecek süre zarfında gerekli olan erzaktan mahrumdular. Ne başlarını sokacak bir çatı, ne gerekli tıbbi mühimmat ne de yeteri kadar temiz içme suyuna sahiptiler. Bu koşullar altında daha yolun başında kayıplar kaçınılmaz oldu. Salgın hastalıklar baş göstermeye başladı. Sürgünler kendilerini götürecek olan ve insani kaygılardan çok ticari kaygılar güden gemi kaptanlarının insafına terk edildi. Hali hazırda hala Rusların egemenliği altında ki bölgede olsalar da, zorunlu yer değişikliği konusunda kılını kıpırdtmayan, buna destek veren Osmanlı ve İngiliz yetkilileri de hiç bir yardımda bulunmadılar. Oysa en azından sürgünlerin bekleyişleri süresince yaşamalarını devam etmelerini sağlayacak gıda, ilaç, temiz su yardımı yapılabilir, başlarını sokabilecekleri geçici barınaklar sağlanabilrdi. İşte bu koşullar altında sürgün daha en başından bir sürgün olmaktan çıkıp soykırıma dönüşüyordu.
Karadeniz’in azgın dalgaların da salınan şu gemi sana beşik mi oldu a bebem? Ananın kollarında derin uykulara mı daldın? Kapat gözlerini yavrum. Bakma, görme insanın insana ettiği bu çirkinliği.  Yaşını doldurmamış sırtında, bir halkın çığlıkları. Öpmelere doyamadığım ellerin neden soğuk böyle? Karadeniz’in serin yeli mi üşüttü seni? Gözlerin kapalı, tenin babanın üzerinde kılıç salladığı kısrağın donu kadar beyaz. Aferin benim canım yavuma, ne kadar uslu, ne kadar akıllı. Meme diye ağlamayalı neredeyse saatler oldu. Sütüm kalmadı bebeğim. Kanım ile doyacaksan, damarlarımda ki bütün kan sana helaldir. Etim, kemiğim yoluna kurban olsun. Uyu yavrum. Kimbilir, belki sen uyandığında daha güzel bir yerde oluruz.
Bir gün sonra, belki iki gün. Genç kadının kollarında hiç ağlamadan hareketsiz duran bebek tayfaların dikkatini çekti. Kollarından zorla alarak baktıklarında çoktan ölmüş olduğunu gördüler. Bu gibi durumlarda uygulanan prosedür açıktı. Bebeği öylecene Karadeniz’in karanlık sularına attılar. Annesi hiç bir şey demedi. Ne çığlık attı ne de bağırıp ağladı. İki gündür hiç kıpırdamadan oturduğu yerinden kalktı. Ağır adımlarla geminin küpeştesine yanaştı. Ve bebeğinin peşi sıra kendisini Karadeniz’e bıraktı. Bu manzaralar artık sıradanlaşmıştı. Gemi hiç aldırış etmeden yoluna devam etti. Karadeniz insana doymuyordu. Karadeniz, Çerkeslerin ölüleri ile besleniyordu.
Yetersiz sayıda olan gemilere insanlar sıkış tepiş yerleştiriliyorlarda. Bazı gemiler kapasitesinin iki, üç katı yolcu ile demir alıyorlardı. Zaten beklerken bitkin düşmüş olan sürgünler, bu defa da yol aldıkları gemilerin içinde kaderlerine terk ediliyorlardı. Gemilerin hiç birisinde yeteri kadar erzak ve su yoktu. Bekleyiş esnasında baş göstermiş olan hastalıklar gün geçtikçe artıyordu. Ne doktor, ne ilaç, ne de yardımcı olacak herhangi bir şey vardı. Ölenler hiç vakit kaybedilmeden denize atılıyordu. Salgınların önüne geçmenin tek yolu buydu. Yol boyunca binlerce çocuk annelerinin kucaklarından koparılarak Karadeniz’e kurban edildi. Oysa en azından nakiller kademeli olarak yapılsa, önce güvenli ve yeterli donanıma sahip gemiler tesis edilip, ardından taşıma işlemine geçilse bunların hiç birisi yaşanmayacaktı. Rusyanın o kadar çok gözü dönmüş, Çerkeslerden kurtulma isteği o kadar dizginsiz bir hal almıştı ki, gitsinlerde ne şekilde olursa öyle olsun. Ölmüşler, kırılmışlar kimin umurunda. Sonuçta ha ölü olmuşlar ha buralardan gitmişler. Her iki şekilde de bir baş ağrısından kurtulunmuş olunacaktı. Ne fark ederdi ki?
Gemi Trabzon limanına yanaştığında yolcularının yarısını Karadeniz’de bırakmıştı. Diğer gemilerde de durum pek farklı değildi. Aşağı inen sürgünlerin durumu içler acısıydı. Günlerdir boğazlarınan doğru dürüst lokma geçmemiş, üstleri başları perişan haldeydi. Bazılarının hasta olduğu  açıkça görülüyordu. Bazıları ise ileride yakalanacaktı hastalığa. Hiç kimse bu insanların, Ruslara 150 yıldır kök söktüren Çerkesler olduğuna inanmazdı.Ama öyleydi. Soykırımın canlı kurbanları ve tanıkları olarak, insanlığın karşısında duruyorlardı.
Yeni gelenler daha önce gelmiş olanların yanına yerleştirildi. Burası kıyıda boş bir alandı. Karadeniz’in Rusya’ya bakan tarafında olduğu gibi burada da bir çatı, temiz kıyafet, su, ilaç ve yeteri kadar yiyecek yoktu. Çerkesler almış oldukları terbiyenin etkisiyle bir itirazda bulunmuyorlardı. Elbette evsahiplerinin imkanları olsa hiç esirgerler miydi misafirlerinden? Koca Osmanlı Sultanı, zaten onları kabul ederek yeterince alicenaplık yapmıştı. Daha fazlasını istemek saygısızlık olurdu. Saygısızlık etmeden ölmeye devam ettiler. Her sabah aralarından onlarcası daha doğan güneşi göremiyordu.
Kenarda, diğerlerinin biraz ilerisinde, başı dizlerinin arasına düşmüş genç bir adam duruyordu. Yola çıktıklarında bir ailesi vardı. Kalabalık bir aile. Şimdi yalnızdı. Diğerleri ya ölmüş, ya da yollarda yitip gitmişti. Önünde bir grup atlı durdu. İçlerinden bir tanesi, Türkçe olarak ayağa kalkmasını istedi. Anlamadığını fark eden bir diğeri Çerkesçe tekrar etti sözlerini. Genç adam ayağa kalktı. Onca çileye rağmen hala sağlıklı ve güçlüydü. Ona, orduya katılıp halkına bunca zulmü reva gören Ruslardan intikam almak isteyip istemediğini sordular. Dilerse Osmanlı ordusuna katılıp savaşını devam ettirebilirdi. Genç adam hevesle başını salladı. Burada onun için bir gelecek yoktu. Ama savaşmak, hele de Ruslara karşı savaşmak en iyi bildiği şeydi. Sonra bir an kararsız kaldı. Elleri ile çevredeki perişan kalabalığı işaret etti. Ya onlar, onlara ne olacaktı? Merak etmemesini, onlarla da ilgilenileceğini, en kısa zamanda bir eve kavuşacaklarını söylediler. Bunun üzerine genç adamın sırtı dikleşti, bakışları eski sertliğini yeniden kazandı. Savaşa, halkını vatansız bırakıp katledenlerle hesabını görmeye devam edecekti. Ancak genç adamın gözden kaçırdığı bir nokta vardı. Halkı hala ölmeye, zulüm görmeye devam ediyordu. Üstelik bu, yeni geldikleri Osmanlı topraklarında oluyordu. Bu düşünce hiç aklına bile gelmeden kendisi gibi bir çoğu ile birlikte Osmanlı ordusuna katıldı.
Genç adamı orduya katılması için ikna eden subay haklıydı. Halkı ile yakından alakadar olunuyordu. Bir başka köşede, bir başka grup, kimsesiz çocuklarla ilgilenmekteydi. Çocukların sağlıklı ve iyi durumda olanlarını ayırıp, hiç bir engelle karşılaşmadan işlerine devam ediyorlardı. Hatta anne, babaları ile konuşup, bir ailesi olan çocukları bile almaya çalışıyorlardı. İnsanların içinde bulunduğu zorlu koşullar onları dinlemelerine neden oluyordu. Çocukları burada kalmaya devam ederse ölüp gideceklerdi. Oysa kendileri bu çocuklara iyi bir gelecek sağlayacaklardı. Bu ve buna benzer zehirli yalanlarla, çocuklarını vermeleri için zorluyorlardı. Çaresiz kalmış ana, babaların bir kısmı, sırf çocukları bir lokma ekmek yiyip, temiz bir yatakta uyusun diye teklifi kabul ediyordu. Çerkeslerin içinde olduğu durumdan istifade eedn bu insanlar köle tacirleriydi. Ellerini kollarını sallayarak işlerini gördüler. Seçtikleri çocukları satarak elde edecekleri büyük paraların hayali ile yüzlerinde iğrenç bir memnuniyet havası oluşmuştu. Evet bu sene işler açılmıştı. Herkese yetecek kadar Çerkes vardı.
İşte Çerkeslerin yeni bir vatan diye geldikleri Osmanlı topraklarında karşılarına çıkan şey bu oldu. Genç, sağlıklı erkekler orduya alındı. Kimsesiz çocuklar köle tacirlerine sermaye oldu. Kalanlar ise gönderilecekleri yeri beklerken ölmeye devam ettiler.
Çerkesler, Osmanlı Devleti’ne vardıkları zaman yaşadıkları trajedinin sona ereceğini umuyorlardı. Ama karşılşatıkları gerçek hiç de umdukları gibi çıkmadı. Osmanlı, gelmesini dört gözle beklediği misafirlerini ağırlamak için hiç bir hazırlık yapmamıştı. İnsanlar bir alana yığılıp kaderlerine terk edilmişti. Yerleştirildikleri boş alanda görülen tek faaliyet askere alma işlemi ve köle ticaretiydi. Havaların soğuması ile birlikte çığrından çıkan salgın hastalıklar sayesinde ölümler giderek artıyordu. Sadece Trabzon’da bir ay içerisinde 4000 kişi ölmüştü. Ölüyorlardı ve bekliyorlardı. Sonra yine ölüyorlardı. Olsun, sayıları oldukça fazlaydı ve sağ kalanları da Osmanlı’nın işini görürdü.
Ev sahiplerinin Çerkesler ile ilgili planları dört ana hususdan oluşuyordu. Birincisi, sürekli devam eden toprak kayıpları ve son bulan fetihler nedeni ile güçsüz kalan ordunun tahkim edilmesi. İkincisi, azalan nüfustan dolayı başı boş kalan, çorak, bataklık arazilerin ıslah edilip, tarıma elverişli hale getirilmesi. Üçüncüsü, sürekli olarak isyan eden ve güvenilmez olarak nitenedirilen farklı etnik kimliklerin üzerinde kontrol ve baskı kurulması. Ve son olarak, Balkanlar da yaşanan Sırp, Bulgar ayaklanmalarının önünün alınması. Rusların buralarda yoğun olarak işlediği Pan-Slavist yayılmacılığın engellenmesi.
Yani özetlen, hiç de sanıldığı gibi insani gerekçelerle kabul edilmemişti Çerkesler. Halife ve Sultan Hazretlerinin kafasında, darda kalmış din kardeşlerine yardım etmek değil, onların bu zor durumundan istifade etmek vardı. Öyle de oldu.
Çerkeslerin bir kısımı Ürdün, Filistin, Suriye’ye, bir kısmı Balkanlara, bir kısmı Anadolu’da diğer halkların karşısına kolluk gücü olarak yerleştirildi. Bir kısmı da Çukurova’ya, bataklık arazileri ıslah etsinler diye gönderildi.
Balkanlara yerleştirilen Çerkesler, akabinde Rusların itirazı üzerine ikinci bir sürgüne daha maruz kaldılar. Ruslar, yıllardır savaşıp nihayet kurtulduk dedikleri Çerkeslerle bu defa Balkanlar da karşılaşınca, Osmanlı’dan Çerkesleri derhal bu bölgeden geri çekmelerini istedi. Zira Çerkesleri Osmanlıya, kendileri ile yeniden savaşsınlar diye göndermemişti. İstekleri yerine getirildi.
Çukurova’ya gönederilen Çerkesler için de durum iç açıcı değildi.Serin ve kuru dağ havasına alışık bu insanlar, Çukurova’nın nemli ve sıcak havasına uyum sağlayamadılar. Büyük bir kısmı sıtmadan kırılıp gitti.
Anadolu’ya, olası iç isyanları bastırmak amacı ile iskan edilen Çerkesler ise kendilerini bitmek bilmeyen çatışmaların, kan davalarının içinde buldular. Osmanlı’nın silahlı gücü olup, zulme başkaldıran mazlumların tepesine bindiler.
Suriye, Filistin ve Ürdün’de kalanların payına da yine yeni savaşlar düştü. Osmanlı’nın selameti ve geleceği için öldüler. Vakti zamanında kendilerini Kafkasya’da satan, yalnız bırakan, verdiği hiç bir sözü yerine getirmeyen Osmanlı için.
Zaman geçti, Çerkesler üstün askeri yetenekleri ve cesaretleri ile Osmanlı ordusunda üst konumlara geldiler. Paşa oldular, nazır oldular. 1.Dünya Savaşı sonrasında yeni vatanları işgal edildiğinde, ilk onlar çıktı işgalcinin karşısına. İşgalcilere karşı direnişin fitilini ateşlediler, en ön safta ölmekten imtina etmediler.
Sonra Cumhuriyet ilan edildi. Çerkeslerin payına bu defa da asimilasyon düştü. Tek dilci, tek milletçi Cumhuriyet kadroları tarafından  ana dilde eğitim veren okulları, gazeteleri, dernekleri kapatıldı. Dilleri yasaklandı, isimleri değiştirildi. Daha 1922 yılında Gönen-Manyas Çerkesleri, Cumhuriyet tarihinin ilk sürgününe tabi tutuldular. Mahallelerinde, köylerinde muhtarlarını seçmelerine, hatta düğünlerde mızıka çalmalarına, kendi örf ve adetlerini yaşamalarına bile engel olundu.
Hiç ses çıkarmadılar, itiraz etmediler. Ne gelirse gelsin sineye çektiler. Ev sahiplerine olan minnetleri, her türlü karşı çıkışın önüne geçti. Geldikleri zaman Türkçe bilmeyen Çerkesler, zaman içerisinde kendi dillerini unutmuş hale geldiler.
Bugün 21 Mayıs. Çok da bilinmeyen bir soykırımın çok daha az bilinen yıldönümü. Alanlar dolmayacak, yabancı ülkelerden, Avrupa Parlamentosu’ndan soykırım mesajları gelmeyecek. ABD Başkanı, Papa üzüntülerini dile getirmeyecek. Meydanlar Çerkesler ile dayanışmak, acılarına ortak olmak için sokağa dökülen binlerle ısınmayacak. Basında, televizyonda konu ile ilgili haberler, tartışma programları yapılmayacak. Sadece bir avuç Çerkes ve onlara destek veren bir avuç dost, denize karanfiller bırakacak. Halklarına mezar olan bir denizi çiçeklerle donatacak.
Bugün 21 Mayıs. Bir buçuk milyondan fazla Çerkes’in vatanından sürüldüğü, 500 binden fazlasının yollarda öldüğü tarih. Sürgünle başlayıp, yollarda ki kıyımla devam eden, asimilasyonla taçlandırılan bir felaketin yıl dönümü. Ne ağlıyoruz, ne kin ve nefret kusuyoruz, ne de intikam çığlıkları atıyoruz. Sadece ve sadece bu soykırımın herkes tarafından bilinmesini, tanınmasını bekliyoruz. Vatan bildiğimiz topraklarda, kimliğimizi inkar eden asimilasyon politikalarının son bulmasını talep ediyoruz. Kendimiz olarak, Adige olarak kalmak istiyoruz. Çok mu şey istiyoruz?
Ekmeğimi bölüştün, suyumu içtin, gölgemde dinlendin yolcu. Şimdi var git yoluna. Eğer rastlarsan yolun üzerinde başkalarına, konuk ederlerse seni evlerine, anlat hikayemi onlara da. Bilsinler, duysunlar. 21 Mayıs Çerkeslerin soykırıma uğradığı gündür.
Selahattin Bilici (21.05.2016)

İlginizi çekebilir...

PSAKD-DANISMA-KURULU-

PSAKD yöneticileri: Gençlerimiz ışık saçıyor-VİDEO

PİRHA- PSAKD şube yöneticileri, Antalya’da gerçekleştirilen iki günlük danışma kurulu toplantısını değerlendirdi. Uzun aradan sonra …