Gazeteci-yazar Serdar Korucu’nun iki yeni kitabı, ‘Sancak Düştü: İskenderun Sancağı’ndan Hatay’a Ermeni Meselesi’ ve ‘Ahalinin Gidişi: Musa Dağ 1939’ Aras Yayıncılık’tan çıktı. Korucu ile kitaplarından yola çıkarak, dünden bugüne Antakya Ermenilerini konuştuk.

1939’da Hatay’ın Türkiye topraklarına dahil edilmesi ya da iltihakı, o zamana kadar bölgede yaşayan Ermeniler için yeni bir göç dalgası başlattı. 1915’in izlerinin hala sıcak olduğu bir dönemde birçok Ermeni, bölge Türkiye sınırlarına dahil olurken göç etti.  ‘Ahali’nin Gidişi’ , bölgede yaşayan Ermenilerin hafızasında o dönemin nasıl yer ettiğini kayıt altına almak için kaleme alınmış. Hafızasına başvurulan isimlerin  ortak noktaları, “ahali gitmeden”, yani 1939’dan önce Musa Dağ’ın eteklerinde doğmuş olmaları. Korucu’nun röportaj yaptığı insanlardan çok azı Musa Dağ’da yaşıyor, geri kalanı İstanbul’da, 1939’daki göçün ulaştığı yer olan Lübnan, Ancar’da, Sovyetler’in çağrısıyla gittikleri Ermenistan’ın başkenti Erivan’da, Eçmiyadzin ve dağlarının adını taşıyan Musaler kasabasında, son olaraksa Fransa’da, Paris’te…

‘Sancak Düştü’ ise Türkiye’nin Hatay’a veya İskenderun Sancağı’na dair perspektifini gazete haberleri ve köşe yazıları üzerinden kronolojik olarak ele alıyor. Köşe yazarlarının ve gazetecilerin sesini doğrudan aktarmak adına alıntılara yer verirken, Türkiye basınında Sancak konusunda gündem olan makale ve belgeleri, aktörleri aracısız olarak aktarıyor.

‘Sancak Düştü’de de dikkat çektiğiniz gibi  Musa Dağ, 1939 öncesinde dönemin Türkiye basını ve hükümeti tarafından hedef haline geliyor. Bölgedeki Ermeniler’in  bazı eylemlere karıştığı öne sürülüyor. Ayrıca  Franz Werfel’in “Musa Dağ’da 40 Gün” kitabının Batı’da filme çekilme istenmesi de Türkiye basını ve kamuoyunun sert tepkisi ile karşılaşıyor.  Türkiye’deki Ermeniler tutum almaya zorlanıyor. Hatta yönetici konumundaki  bazı Türkiyeli Ermeniler işi kitabı yakmaya kadar götürüyor. Arkaplanda  nasıl bir süreç nasıl işliyor? 

Musa Dağ bir simge. Ermeni Soykırımı sürecinde direniş hatlarından biri ancak dünya çapında en çok bilineni. Bu ‘şöhret’ini de Franz Werfel’in kaleme aldığı “Musa Dağ’da 40 Gün” kitabı ile sağlıyor. Werfel’in Ermeni dünyasındaki yerini belki de en iyi özetleyen sözlerden biri ABD’deki bir Ermeni rahibe ait: “Biz bir millettik ama Werfel bize bir ruh kattı.” Rıfat Bali’nin 1990’ların sonundaki yazısı bize, Türkçe yazım içindeki Musa Dağ tartışmasının 1930’lar dünyasındaki yansımalarını taşımış, dönemin İstanbul Ermeni toplumu içindeki kırılmaları göstermişti. Fakat Türkiye medyasının Musa Dağ anlatısı, bu kitap ve kitap üstünden çekilmek istenen filmle sınırlı kalmıyor. Pangaltı’da kilise avlusunda film çekilme teşebbüsüne karşı kitabın yakılması gazetelerde geniş yer buluyor. Fakat çok geçmeden Musa Dağ yeniden Türkiye medyasının dikkatini çekecek.

Bu kez neden dikkat çekiyor? 
1936’da bölgede denklem değişiyor. Fransa ile Suriye arasında imzalanan, Ankara’nın olabildiğince dikkatini çekmemeye çalışan bir bağımsızlık antlaşması var. Ankara bu bölgeyi Fransız yönetimine bırakırken bazı şartlar öne sürmüştü. Bu bağımsızlık antlaşmasına göreyse artık muhatap Paris olmayacak, Türkiye istediklerini Şam’a iletmek zorunda kalacaktı. Ankara bunu kabul etmeyecek ve böylece büyük bir mücadeleyi başlatacak.

İskenderun Sancağı’nın kaderinin kırılma noktası diyebilir miyiz bu sürece? 
Evet. Bağımsızlık anlaşması bu şekilde kaleme alınmamış olsa ne yaşanırdı, sınır farklı olur muydu, tahmin etmek güç ama Eylül 1936’daki Paris-Şam arasındaki bu antlaşma Türkiye için beklediği fırsatı veriyor. Türkiye medyasının ilgisini çeken yer de yine yeniden Musa Dağ oluyor. Fakat nasıl yaklaşılacağı konusunda kendi içinde, hatta aynı gazete içinde bile, dönem değiştikçe farklılaşma olacak.

Serdar KorucuSerdar Korucu

Nasıl?Antlaşmadan bir ay sonra, 1936 yılının Ekim ayında Cumhuriyet gazetesinden Naci Akverdi’nin ‘Musadağında 40 Gün Macerasının İçyüzü’ yazısı önemli. Akverdi, Bityaslıları “pek etliye sütlüye karışmaz” diye anıyor, direnişle ilgili düşmanlık körükleyecek ifadeler kullanmak bir yana, Ermeniler ile Türklerin ayrılmaz olduklarını vurguluyor. Yaklaşık bir yıl sonra 1937’nin Temmuz ayında ‘Milli Hükümet’in ilk istihbarat müdürü’ olan ve 1927’de gazeteciliğe dönen Feridun Kandemir devreye girecek. Kandemir, ‘ılımlı dil’i bir kenara atıp, Musa Dağ’ı ‘bir entrika, desise ve iftira kaynağı’ olarak niteleyecekti. Üstüne Peyami Safa da bu konuyu ele alacak, Türkiye’nin resmi tarihinde de olmayan bir iddiayı, Musa Dağlıların ‘masum köylere gece yarıları baskınlar yaparak, ahaliyi paramparça doğramış’ olduğunu öne sürecekti.

Kitabınızda dönemin Türkiye Ermenileri Patriği Mesrob Naroyan ve toplumdan önemli isimlerin açıklamaları da yer alıyor. O dönem Ermeniler ayrıştırılıyor. İstanbul Ermenilerinin olaylara bakışı nasıldı? Toplumda bölünme kimler tarafından gerçekleşti? 
Ankara’nın İskenderun Sancağı’ndan ‘Hatay’ olarak bahsetmeye karar verdiği 1936 yılından itibaren 1939’a kadar Ermeniler açıkça ikiye bölünüyor: İyiler ve kötüler. Bu ayrım yeni de değil aslında. Mesela Werfel’in kitabının yakılması sırasında, Aztarar ve Nor Lur gazetelerinin yazarı Aşot Keçyan ve bu ‘etkinlik’ sırasında orada bulunan Beyoğlu mütevelli heyeti üyelerinden Aram Aslan, Cumhuriyet gazetesinin görüşlerine uzun uzun yer verdiği isimlerdi. Toplum içinde yine bazı isimler İskenderun Sancağı’nın Hatay ismiyle Türkiye’nin bir şehri oluş sürecinde etkili olacak. Ruhani alana da Ankara’nın baskısı var. İskenderun Sancağı, hatta Hatay Devleti’nden bile, ruhani alanda Kilikya Katolikosluğu sorumlu. Fakat bu duruma dönemin Türkiye medyası sınır değişmeden önce de müdahale çabasında. Ermeni Patriği Mesrob Naroyan ve Episkopos Kevork Arslanyan’dan sıklıkla özel röportajlar alıyor, basına konuşmaları isteniyor. Hatta o dönem Kıbrıs Ermeni Kilisesi’nin başında bulunan Episkopos Bedros Saracyan’ın El Kalas gazetesinde yayımlanan “Yeni vatanımızı Türklere karşı Arablarla birlikte müdafaa edeceğiz” sözleri, Arslanyan’a soruluyor, kendisi de “Yaşı da hayli ilerlemiş olan piskoposun Hatay Ermenileri namına söz söylemeye hak ve salahiyeti yoktur” diyordu. Böylece sadece toplumun sivil alanı değil, Ermenilerin ruhani alanı da karşı karşıya getirilmiş oluyordu.

Hetum Filyan’ın Bityas köyündeki kahvesi (Musa Dağı), 1930’lar (Kaynak; Ermenistan Musa Dağlılar Derneği koleksiyonu, Houshamadyan).Hetum Filyan’ın Bityas köyündeki kahvesi (Musa Dağı), 1930’lar (Kaynak; Ermenistan Musa Dağlılar Derneği koleksiyonu, Houshamadyan).

Ermenilerin katledilmesinde ve göç edilmesinde medya oldukça etkili. Oldukça sert bir nefret dili kullanılıyor. Geçmişte yaşanan bu olaya bakıldığında İskenderun Sancağı’nda yaşananların konuşulması için yüzleşme kavramı nasıl ele alınmalı?
İskenderun Sancağı’nın el değiştirme sürecinde Ermeni toplumunun yaşadıklarının henüz yeterince anlaşıldığını, araştırıldığını düşünmüyorum. ‘Sancak Düştü’de röportajı yer alan 1933 Kırıkhan doğumlu Yervant Şakılyan, “Türkler geliyor, bize yine aynı muameleyi yapacaklar. Sancak düştü, Ermeniler kaçın dendi. Sancak düştü, herkes kaçtı” diye anlatmıştı. Kitabın başlığını da bu söz oluşturdu. Bu göç sanıldığı, üstünde durulmadığı kadar da kolay olmadı. ‘Ahalinin Gidişi’nde röportajı yer alan Lübnan’da görüştüğüm, 1924 Bityas doğumlu Yeğya Balabanyan o göç sürecinde günde 15-20 kişinin öldüğü dönemlere tanık olduğunu anlatıyor.
Bir gerçek var ki, 1936’da Sancak nüfusunun yüzde 11’ini oluşturan, 25 bin nüfusluk Ermeni toplumundan geriye bugün sembolik bir sayı kaldı, daha doğrusu bırakıldı. Birkaç ailenin dışında bir arada yaşam alanı sadece Musa Dağ’da var. Tek Ermeni köyü değil, Misak Hergel’in de vurguladığı gibi ‘son Ermeni köyü’ olan Vakıflı’da… Eğer bir gün yüzleşme başlayacaksa, İskenderun Sancağı ve elbette Musa Dağ unutulmamalı.

Türkiye’nin Kesab politikası için İskenderun Sancağı’nda olduğu gibi tarih tekerrürden ibaret midir diyebilir miyiz? 
Tarihsel bir süreklilik olduğu kesin. Kesab, İskenderun Sancağı’nın bir parçası ancak Türkiye’ye katılmak istemediği için son anda Suriye’de kaldı. Yeniden gündeme gelmesiyse Suriye Savaşı ile oldu. Burada gerçek anlamda tekerrürse basının konumunda. Servis edilen “savaştan kaçtıktan sonra Türkiye’ye müteşekkir Ermeniler” imajını yıkan işlerin başında Agos’tan Karin Karakaşlı’nın ‘Kesab’dan Vakıflı’ya Çirkin Şovun İç Yüzü’ başlıklı haberi geliyor. Karakaşlı’nın yazdıkları sayesinde Kesablı Ermenilerin aslında neler yaşadıklarını, orada neler olduğunu ayrıntılarıyla öğrenebildik.
Bu haber bana, Sancak’ın Hatay adıyla Türkiye’ye katıldıktan yaklaşık 10 yıl sonra Zaven Biberyan tarafından kaleme alınan, Talin Suciyan’ın Modern Türkiye’de Ermeniler kitabında yer alan, ünlü “Al gı pave” [Artık Yeter!] başlıklı yazısını hatırlatıyor: “Hatay’ın [Türkiye’ye] eklendiği günler hâlâ hatırımızdadır. Gazetelerde Ermeni karşıtı bir yazının çıkmadığı tek bir gün yoktu. Çin’de Margos [adında bir adam] karısının sevgilisini öldürse, bunun Hatay’da yansımaları olur, Ermenilere karşı nefret ve öfke dolu bir dil kullanılırdı.”

‘Ahalinin Gidişi’nde Musa Dağlılar ile röportajlar yer alıyor. Konuştuklarınızın neredeyse çoğu acılar görmüş ve köylerinden göç etmek zorunda kalmış. Sizce Ermenilerle yüzleşmek başlığı altında Musa Dağlıların yaşadığı trajedileri eklememiz gerekiyor mu? Ortak talepleri nedir?
Musa Dağ’ı hatırlama şekilleri birbirine benziyor. Hepsinin, herkesin hafızasında vapur var mesela. 1980 sonrasında yıkılmış olan, Musa Dağ’ın tepesindeki vapur ve yanında direniş sırasında hayatını kaybedenlerin olduğu anıt mezar… Ortak kimlikte yer edinmiş bir alan burası. Musa Dağlıların, Türkiye, Ermenistan, Lübnan ve Fransa’da yaşayanlar dahil konuştuğum hepsi içlerinde taşıyor dağlarını. İster yanı başında olsun, ister binlerce kilometre uzakta… Yine Yeğya Balabanyan’ın dediği gibi “Cebel Musa bir taneydi. Şimdi çok. Burada [Ancar] var. Fransa’da, Ermenistan’da, Amerika’da, Avustralya’da var. Cebel Musa dışında altı Cebel Musa daha oldu. Olmaya da devam edecek.”