24.10.2014 15:36:20
Kardeşim; sana kardeşlim diyorum, umarım beni kardeşin olarak kabul edersin. Senin gibi eskisi değilim bu toprakların, hatta çocuk sayılırım yanında. Ama inan benim de aynı senin gibi binlerce yıldır üzerinde yaşadığım bir vatanım vardı bir zamanlar. Terk etmek zorunda kaldığım bir vatan. Gün acı yarıştırma günü değil, bilirim. Belki de bu coğrafyada yaşayan tüm halklara kader diye dayatılmış olandır acı çekmek, onu da bilirim. Demek istediğim o ki, çektiğin ıstırabı, gördüğün zulmü tanıyorum. Acına acım, onurlu direnişine direnişim diyorum. Dedim ya, daha dünkü çocuk sayılır senin yanında, bu topraklar üzerindeki varlığım. Mayısın yirmi biri, yıllardan 1864 en kara günümüzdür bizim. Neredeyse 150 yıl boyunca özgür bir vatan uğruna yürüttüğümüz savaşın sonunda karşılaştığımız dehşetin ifadesi olan tarih. Yenenlerin, yenilenlere karşı ne kadar acımasız olabileceğini yaşayarak öğrendiğimiz tarih. Osmanlı ve Ruslar arasındaki egemenlik kavgasının diyetini ödemenin biz Çerkeslere düştüğü tarih.
Bir buçuk milyon kişiydik Kafkaslardan yola çıkmak zorunda kalan. Rus çarı Osmanlı padişahına satmıştı bizi. Karadeniz kıyılarını yedi yıl boyunca deniz kabukları ile birlikte bizim kemiklerimiz süsledi.Yarımız yollarda öldü. Varabilenlerimizin yarısı hastalıktan, açlıktan kırıldı. Kızlarımız, kadınlarımız Osmanlı paşalarına, Arap şeyhlerine cariye olarak satıldı. Erkeklerimiz cepheye sürüldü. Osmanlıya savaşacak asker lazımdı. 150 yıldır savaşan bir halktan daha iyisini nereden bulacaktı? Nasıl da benziyor böyle seninle kaderlerimiz, bak görüyor musun?
Çocukluğumdan hatırlarım, bizim evde hiç balık pişmezdi. Sadece bizim evde değil, diğer Çerkes evlerinde de pişmezdi. Nedenini çok uzun zaman sonra öğrendim. Çocuğu, eşi, anası, babası, kardeşi, sevdiği kim varsa Karadeniz de balıklara yem olmuş, o balığı yerse sevdiklerini yemiş gibi olacak. Varsın o balık sofradan eksik olsun. Zilan’ın, Munzur’un suları nasıl senin kanınla kızıla boyandıysa, Karadeniz’in suları da benim kanımla boyandı kızıla. Kimbilir belki de bir yerde, Fırat, Dicle ya da ne bileyim Kızılırmağın sularında karışmıştır kanlarımız birbirine. Zalimin döktüğü kan kardeş kılmıştır bizi birbirimize.
Senin parçalanmışlığın vardır bende de. Balkanlar, Anadolu, Lübnan, Ürdün, Mısır, Suriye. Her bir parçam ayrı bir yerde asılı kalmış öylece. Dağlı vahşi sayılırım ev sahiplerime göre. Hani haksız da sayılmazlar laf aramızda. Kafkasların bulutları delen ulu zirveleri, üzerinde at koşturduğum sarp yamaçları hala tazeyken hafızamda, sormamışım hiç, ne işim var Çukurova’nın sıcağında. Beni evine kabul edene hürmetim, bütün sorularımın önünde koca bir duvar olmuş. Sıtmadan inim inim inleyip, sinek gibi kırılmışım da, gelmemiş hiç aklıma, burada ne aradığımı sormak. Hani anlarsın beni diye anlatıyorum, yoksa sen de bilirsin, evinden, dağından göç ettirilmenin acısını. Yenidir senin ki, yarası daha taze, kanar durur inceden. Bunu da ben anlarım.
Küçük bir çocukken, hala hatırladığım kadar eskiden, bilmedim hiç kim olduğumu. Bu topraklar üzerinde yaşayan herkes Türk olduğuna göre, ben de bir Türk olmalıydım. Sabahları okulun bahçesinde sıra sıra dizilirken, diğer bütün çocuklar gibi can atardım andımızı okutmak için. Türküm, doğruyum, çalışkanım… Ciğerlerimi patlatırcasına bağırırdım gururla. Sonra, çok sık olmasa da annnemin, babamın, yakın akrabalarımın anlamadığım, başka bir dilde konuşmalarının ne anlama geldiğinin ayrımına vardım. Yok, öyle düşündüğün gibi olmadı, bir anda kabullenemedim kimliğimi. Utandım, sakladım. Arkadaşlarım Türk olmadığımı öğrenecekler diye uykularım kaçtı. Yine aynı şevkle okuyordum andımızı ama bir şeyler kırılmıştı işte. Otobüste, dolmuşta, sokakta annemler Çerkesce konuşacak, Türk olmadığımız ortaya çıkacak diye diken üstünde gidiyordum. Annemler çok konuşmadı Çerkesce, ben çok fazla utanmak zorunda kalmadım. Bana yaşatılan utanç, dilimi öğrenmeme engel oldu. Şimdi en çok buna yanarım. Halkımın diline bu kadar yabancı olmama. Sen de az söylememişsindir andımızı. Belki sen de utanmışsındır, otobüste, dolmuşta annen, baban Kürtçe konuştuğu zaman. Bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var, annene ve babana çok çok teşekkür etmelisin. Dilini konuşmaktan vazgeçmeyip, seninde aynı dilde şarkılar söylemene olanak sağladıkları için. Kıskanmıyorum desem yalan olur. Evet kıskanıyorum ama bil ki, kıskançlığım hayranlığımın yanında hiç kalır. Öyle kızma hemen.
Bizim de hainimiz boldur, aynı sizin gibi. Bizimkine Ethem, Cemal, Reşit derler, sizinkine Seyyid Abdülkadir,Şeyh Sait, Seyit Rıza. Yıllarca üzerinde oturduğumuz sıralarda, gözlerimizin içine baka baka anlatırlar, ne kadar alçak, nankör ve ekmek veren eli ısıracak kadar hain olduğumuzu. Yeri geldi mi söylenir hiç sakınılmadan; iti, kürdü, çerkesi. Hani Cumhuriyetin en bilindik, adına her sene İstanbul Baro’sunun ödül verdiği meşhur adalet bakanı Mahmut Esat Bozkurt’un da dediği gibi ‘‘Türk, bu ülkenin yegane efendisi, yegane sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. dost ve düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler!’’ Bize reva görüleni ne de güzel özetlemiş, sayın bakan. Kurtuluş Savaşı’nda birlikte kazanmışız bu vatanı ya, bizim payımıza düşen de bu olmuş. Kötü şans mı desem, faşizmin hoyrat elleri mi; yapışmış iki yakamıza, bırakmaz olmuş. Yakalardan biri sen, biri ben.
Önümüzde ki Mayıs’ın yirmi birinde tam 150 yıl olacak biz vatanımızdan ayrılalı. Gülme öyle bıyık altından, 150 yıl bu topraklarda senin için birkaç gün sayılır, bilmez miyim sanırsın. Bu 150 yıl çok fazla bir şey bırakmadı geriye bizden. Dilimiz, oyunlarımız, giysilerimiz, yemeklerimiz, gelenek göreneklerimiz; kısaca bizi biz yapan ne varsa hepsi ağır ağır yitip gitti ellerimizden. Sadece onları kaybetmekle kalmadık, ruhumuzu da kaybettik. Bir zamanlar zalimin karşısında, özgürlüğümüz için nasıl savaştığımızı unutup; aynı zalimin yanında, özgürlüğü için savaşanlara cephe aldık. Bu da benim utancımdır. Öfkemize sığınak haline getridiğimiz din ve ilkel milliyetçilik gözümüzü kör etti. Vardığımız nokta faşizmin karanlık yüzü oldu. En kötüsü de ne biliyor musun? Boynuz kulağı geçti derler ya, işte o. Türk milliyetçiliğinde, devleti fetişleştirme de, vatan millet Sakarya edebiyatında, konunun asıl muhataplarını bile gölgede bıraktık. Ezenle bir olup, onun ağzından konuştuk. Kardeşim dedim ama, sen; kardeşlik böyle olmaz, kardeş kardeşin elinden zor gününde tutar, düşmüşse çeker kaldırır dersen de, diyemem hiçbir söz, susar kalırım. Haklısın kardeşlik böyle olmaz. Ama ben yine de kardeşim demeye devam edeceğim, kızsan da, küssen de.
Aslında şimdi şöyle bir düşününce bazı şeyler gerçekten trajikomik geliyor. Sana, karda kart kurt yürüdüğün için dağlı Türk, bana da sebebi nedendir bilmem Kafkas Türkü dediler. Sana giydirmeye çalıştıkları bu elbise olmadı, orasından burasından sökülüp çıktı üzerinden. Yine kendin oldun. Ama bana giydirdikleri elbise üzerimde öylece duruyor. Bu gidişle pek çıkacağa da benzemiyor. Bu topraklar belki bize yeni bir vatan oldu, lakin biz, biz değiliz artık.
Halkıma kin gütmeni, onları suçlamanı istemem. Hiçbir halk için bu şekilde düşünmeni istemem. Buraya öylesine perişan, öylesine çıplak ve dilenci gibi geldiler ki, yaşadıkları utanç hala belleklerinde. Haberleri yok, çarın bu işi padişah efendileri ile birlikte planladığından. Nereden bilecekler, Ruslar başlarından bir belayı def ederken, Osmanlı’nın da asker ihtiyacını gidermek istediğini. Halkımın nezdinde misafir kutsaldır. Eve gelen her kim olursa olsun, üç gün boyunca her ihtiyacı karşılanıp, o söylemek isteyene kadar kim olduğu asla sorulmaz. Her ne kadar çok misafirperver bir şekilde karşılanmasalar, dilenci muamelesi görseler de, duydukları minneti hiçbir zaman unutmadılar. Bu minnet onlara her zaman için borçlu olduklarını hatırlattı. Bu yüzden, hep ev sahibinden yana ve kraldan çok kralcı oldular.Bu yüzden ev sahipleri kimi düşman gösterdiyse onu düşman bildiler. Soçi limanında yaşadıklarını asla unutmadılar ama, Trabzon limanında yaşadıklarını unutmayı tercih ettiler. Ev sahiplerinin gözüne girmek için didinip durdular. Korktukları, kulluk etmek istedikleri için değil, diyetlerini ödemek için.
Halkıma kin gütmeni, onları suçlamanı istemem. Onların bir suçu yok. Bir suçlu varsa, o da benim. Halkıma doğruları anlatamadığım, gerçekleri gösteremediğim için suçluyum. Ödemek zorunda oldukları bir borçları olmadığını, artık bunun kefaretini karşılamak için çırpınmalarına gerek olmadığını anlatmam gerekirdi. Anlatmadım.Uzak durdum, sorumluluklarımdan kaçtım. Onların gericilerin, ırkçıların, faşistlerin elinde birer oyuncağa dönüşmelerini öylece seyrettim. Bir suçlu arıyorsan, o kişi benim; halkım değil.
Kobane’ de ki direnişinle nasıl gururlanıyorum bir bilsen.Bizimkiler diyorum, bizimkiler hala direniyor. Ne kadar çok isterdim birlikte, omuz omuza savaşmayı. Bıkıp usanmadan anlatmaya çalışıyorum, orada sırf kendin için değil, bütün insanlık ve halklar adına savaştığını. Karanlığa, soysuzluğa, insanın köpekleşmesine karşı verdiğin bu savaşta, cephe de olmasa da, cephe gerisinde yanında olmaktan onur duyuyorum.
Bizim için artık çok geç. Fazla vaktimiz kalmadı. Çok değil, sadece birkaç on yıl sonra silinip gideceğiz bu topraklardan. Ama seni gördükçe de umutlanmaktan alamıyorum kendimi. Başarmış olman, direncin, mücadele azmin acabalar yaratıyor beynimde.Belki diyorum, belki. Her neyse lafı fazla uzattım galiba. Burada bitireyim artık.
Kardeşim, yoldaşım, hala kendi şarkılarını söyleyenim; kendine iyi bak olur mu? Birgün, hani olur ya bir gün, her ikimizin de memleket diyebileceği bir yer de kucaklaşır, özgürce gökyüzünü seyrederiz hiç konuşmadan. O gün gelinceye kadar hoşça kal, dostça kal. Her iki gözünden hasretle öper, selam ederim.
KARDEŞİN…