Ezenlerin, despot yönetimlerin bin yıldır tükenmeyen nefreti Hasan Sabbah, takipçilerinin ve zulme direnen ezilenlerin esin kaynağı. Onun kurduğu düzen ölümünden sonra yüzyıldan fazla yaşadı. Hasan Sabbah, mazlumdan yana, direnişçi bir halk önderiydi. Ezilenlerin zulme karşı mücadelelerinde ilham aldıkları bir direnişçi miras bıraktı.
Hasan Sabbah , hakkında en fazla söylenti çıkartılan, karalamalar yapılan tarihi şahsiyetlerden. Yaklaşık bin yıl önce yaşamış biri olarak bugün hala adının nefretle anılması, ondan korkuyla bahsedilmesi isteniyor.
Son olarak da Başbakan Erdoğan’ın cemaate saldırı aracı oldu. Erdoğan, dünkü grup toplantısı konuşmasında “Haşhaşiler denilen gizli örgütün devlet bünyesini nasıl esir almaya çalıştığını Büyük Selçuklu’da gördük” dedi.
HASAN SABBAH KİMLERİ KORKUTUYOR?
Başbakan’ın “Haşhaşiler” diye tanımladğı Hasan Sabbah, ezilenlerin isyancı tarihi içinde saygı ile anılmasına rağmen, ezenlerin, despot yönetimlerin bin yıldır tükenmeyen nefreti. Peki bunun nedeni ne? Egemenler bugün bile bütün belaların kaynağı olarak niye onun adını anıyor? Hayatının her dönemi ayrıntılı olarak bilinen biri olmasına rağmen neden bin bir yalan ve hile ile oluşturulmuş düzmece bir hayat hikâyesinin “kara kahramanı” oluverdi Hasan Sabbah? Bu isim kimleri korkutmuştu, bugün kimleri korkutuyor hala?
SİS PERDESİNİN ARDINDA EZİLENLERİN MÜCADELESİ VAR
Bütün bu sorulara yanıt olacak bilgiler, tarihin kalın bir sis perdesinin ardında gizli tutulmaya çalışılıyor. Çoğu yapay biçimde oluşturulmuş, unutmanın değil çarpıtmanın suni sisleri arkasında bırakılmış bir döneme ve coğrafyaya uzanıyor serüven. Zor değil hafif bir esintiyle bile dağılacak kadar zayıf bu sis bulutlarının ardından ezilenlerin ezenlere karşı en yaman çarpışmalara giriştiği bir tarih kesiti ve tarihe yön veren önderlerin yetiştiği mücadeleler sahne alıyor.
1000’Lİ YILLARIN DESPOTİK ABBASİ REJİMİ
Sahne Ortadoğu ve Kafkaslara uzanan İran coğrafyasında kurulu… 1000’li yılların ortalarında Ortadoğu’da şiddetli bir isyan fırtınası hâkim. 8. yüzyılda siyasi, sosyal ve fikirsel alanda büyük isyanlar patlak vermişti. Despotik Abbasi rejimi ve şeriatçı İslam anlayışına karşı ayaklanmalarla devam etti. Yaklaşık 300 yıldır birbiri ardına başkaldıran ezilenler kurtuluş özlemlerini dile getiriyordu. Toplumsul kurtuluş, eşitlik ve adalet isteyen yoksullar, ezilen halklar ve baskı gören inançlar Abbasi kalelerini, şehirlerini dövüyorlardı.
Ortadoğu’da ezilenleri ortak bir mücadele gücü olarak birleştiren en etkili siyasi akım “ehl-i beyt” davasını kendi talepleriyle birleştiren kesimlerin yükselttiği Şii- Batınî hareketi oldu. Ama bu hareketin isyancı yönünü radikal İsmaili hareketi oluşturdu. Ortadoğu’daki bütün sınıfsal ayaklanmalarda, baskı ve sömürüye karşı gelişen isyanlarda olduğu gibi ideolojik yönünü dinsel-inançsal bir hareket oluşturdu. Tarikatlar ve mezhepler ise o dönemin partileri gibi çalıştılar, geliştiler. İsmaililik böylece ideolojik olarak İslam şeriatını, siyasi olarak Abbasi rejimini hedef aldı. Toplumsal adalet, eşitlik çağrısının bayrağı oldu. Dine felsefi yorum kattılar, entelektüel düzeyi yükselttiler. İçsel yorumlarla yani tevil yoluyla kutsal kitapların hükümlerini ezilenlerin çıkarlarına uygun olarak yeniden yorumladılar. Bu yüzden Batınî diye de anıldılar. Her anlamda bilgili, siyasi önderler yetiştirdiler, insanlığı yeni adil bir düzen kurmaya çağırdılar. Onlarca farklı isyancı kollara ayrılıp ezilen, sömürülen insanlığın en geniş kesimini kucaklayan bir harekete dönüştüler. Yüzyıllar boyunca Abbasilere ve sömürücü sınıflara kök söktürdüler. Ayrıca Afrika’nın kuzeyinden İran içlerine, Arap yarımadasından Kafkaslar’a kadar uzanan geniş bir alanda parçalı ortakçı-eşitlikçi düzenler kuran Karmati hareketi de İsmaili/ Batınî hareketin en güçlü ve en etkin kolu olmuştu.
Hasan Sabbah’ın tarih sahnesine çıktığı dönemde işte bu İsmaili/ Batınî fırtınası Ortadoğu’yu kasıp kavuruyordu. Hasan Sabbah, 1054 yılında İran’ın Kum kentinde doğdu. Künyesi, Hasan Bin Ali Bin Muhammed Bin Cafer Bin Hüseyin Bin Muhammed es Sabbah’tı. Yemen kökenli Küfeli bir ailenin oğluydu. Arap halkındandı ve doğumundan bir süre sonra ailesiyle birlikte Kum’dan ayrılıp, başka bir İran şehri olan Rey’e yerleştiler.
SINIFSAL AYRIMLAR KESKİNLEŞİYOR
O dönem İran, İslam topraklarına dâhildi ve Selçuklu Türklerinin egemenliği altındaydı. Yönetim yapısında Sasani döneminden kalma satrap artıkları ve Fars soylu prensleri, zengin toprak ağaları, tüccarlar ve Selçuklu yöneticilerin yanı sıra Abbasiler ve İslam şeriatının din adamları olan ruhban sınıfı vardı. Azerbaycan, İran, Horasan ve Maveraünnehir bölgesinde yaşayan ve Arap olmayan halklar; eski gelenek ve inançlarını koruyan ya da zorla Müslümanlaştırıldığı için İslam’ı görünüşte kabul eden kesimler, satraplarca topraklarından kovulan ve feodal sömürü altında inleyen emekçi köylüleri; Selçuklu askerlerinin varlığı yüzünden fetihçi savaşlardan nasibini alamayan Arap asker kabileleri ve yoksullar; Selçukluların işgal, yağma ve katliamlarına maruz kalan kesimler bir bütün olarak muhalif hareketlere yönelmişti. Sınıfsal ayrımlar keskinleşmişti.
BAŞ DÜŞMAN(!) İSMAİLİ HAREKETİ
Bu coğrafya bir türlü durulmuyordu. Babek, Karmati isyanları gibi ve daha onlarca irili-ufaklı ayaklanmaların ve direnişlerin merkeziydi. Birkaç yüzyıldır ayaklanmalar, yenilgiler ve katliamlarla iç içe yaşıyordu. Egemen kesimlerin dışındaki halkların hemen tamamı genel olarak Şii ve İsmaili/ Batınî harekete dâhil oluyordu. İsyancı örgütler ve akımlar acımasız saldırı ve katliamlara rağmen varlıklarını ve eylemlerini sürdürüyorlardı. Selçuklu yönetimi her türlü muhalif harekete karşı acımasız davranıyordu. Özellikle İsmaili hareketine karşı katliam ve baskıyı özel bir devlet politikası yapmıştı. Bu yüzden bölge halkları Selçuklu yönetimini baş düşman olarak görüyordu.
HASAN SABBAH’IN İSMAİLİ HAREKETİNE KATILMASI
Hasan Sabbah bu toplumsal ve siyasi iklimde yetişti. Babası Şii inancına sahipti ama ılımlılığı savunuyordu. Bu yüzden İsmaili hareketine uzaktı. Hasan Sabbah da ilk eğitimini babasından aldı. Babasından kelam, mantık, fıkıh, felsefe ve matematik alanında önemli bilgiler edindi. Daha sonra eğitimini Rey’de sürdürdü. 17 yaşına kadar babasının inancını ve görüşlerini benimsedi. Aynı zamanda okumaya, araştırmaya, tartışmaya yöneldi. Yaşadığı bölgede propaganda yürüten Fatımi/İsmaili davetçilerle tanıştı. Dai diye anılan bu davetçilerle yürüttüğü tartışmalar sayesinde İsmaili hareketini tanıma fırsatı buldu. Sorgulayıcı bir yöntemle kendi görüşlerini de gözden geçirdi.
İsmaili propagandasını Selçuklu işgalciliğine karşı düşmanlıkla ve işgalcileri yurttan çıkarma isteğiyle birleştiren Horasan başdaisi Nasır-i Hüsrev’in eserlerinden çok etkilendi. İsmaili öğretisini benimsedi. O dönem Fatımi halifesi olan Mustansir’i zamanın imamı olarak kabul etti, ona bağlılık andı içti. 1072’de İran’da görevli olan ve Rey’de bulunan baş-dai Abdulmelik el-Attaş ile tanıştırıldı. “Dava”ya yeni kazanılmış biri olarak görevlendirildi. Görevi gereği Rey’den ayrılan Hasan Sabbah, o dönem İsmaili hareketinin bölgedeki merkezi olan İsfahan’a yerleşti.
Mısır’daki Fatımi devleti, kendi egemenlik alanı dışındaki İslam topraklarında geniş bir İsmaili davetçiler ağı kurmuştu. Uzak bölgelerden gönderilen elemanları ideolojik ve siyasi eğitimden geçirmek için de okullar kurmuştu. Hasan Sabbah da bu eğitimlerden geçmek üzere Mısır’a yollandı. Azerbaycan, Musul, Sincar, Silvan, Rahbe, Dımaşk (Şam), Sayda, Sur ve Akka şehirlerini gezdi. Burada yaşayan halkları tanıdı, İsmaili propagandasını yaptı. Bu dolambaçlı rotayı izleyerek uzun bir yolculuk sonrası 1078 yılında Kahire’ye ulaştı. Fatımi halifesi Mustansir’le tanıştırıldı. Burada üç yıl boyunca eğitim gördü.
Hasan Sabbah’ın Kahire’de bulunduğu dönem Fatımi-İsmaili devletinde tutuculaşma, askeri baskıcı bir yapıya dönüşme, halkın istemlerine yabancılaşma yaşanıyordu. Buna bağlı olarak İsmaili öğretisi de özgürlükçü karakterinden uzaklaşıyor, tutucu-devletçi bir biçime bürünüyordu. Yenilenmeye ve halkçı taleplere kapanıyordu. Hasan Sabbah da bunu derinden hissetti. Hem Fatimi rejimini hem de sonraları eski davet diye anılacak olan devletçi-tutucu İsmaili yorumunu sorguladı; alttan alta muhalefet etti. Bu konuda öteden beri Fatımilerle çatışan Lübnan ve Suriyeli Karmati-İsmaili kesimlerin fikirlerinden etkilenmiş olması mümkündür. Bu sebeple tutuklandı ve Mısır’dan sürüldü. Sürgüne gönderilmesinin gerekçesi olarak halife Mustansir’den sonra halife olacak veliahdın belirlenmesi işlerine karışması gösterildi. Kendisi gibi devlet yapısında ve İsmaililikte yenilenmeyi savunduğu söylenen Nizar’ı desteklediği söylendi. Çok sonraları taht kavgasında yenik düşen Nizar, o dönemde henüz muhalefet etmediği için Hasan Sabbah’ın sürgün edilmesinin esas sebebi veliaht kavgası değildi. Devleti ve halifeyi eleştiren tartışmaları buna sebep oldu.
Sürgüne mahkûm edilen Hasan Sabbah, İskenderiye üzerinden deniz yoluyla Mısır’dan ayrıldı. Bindiği gemi battı, canını zor kurtardı. Suriye’ye geçti önce. Halep, Bağdat ve Huzistan üzerinden İsfahan’a ulaştığında tarih 1081 yılı ortalarına gelmişti.
İran’da İsmaili davasının yaygınlaşması için çok geniş bir alanda propaganda çalışmasına girişti. İran’ın kuzeyindeki dağlık bölgelerde devletten bağımsız, kendi başlarına buyruk yaşayan, geçmişteki ayaklanmaların devamcısı olan savaşçı topluluklarla yakın ilişkiler kurdu. Bu bölge Deylem Bölgesi olarak anılıyordu. 3 yıl içinde bu bölgede önemli bir taraftar örgütlenmesi yarattı. İyi bir örgütçü olarak gelişti, hareket içerisinde öne çıktı, etkinleşti.
Bu bölgelerde taraftar kazanmak Hasan Sabbah için kolay oldu. Çünkü söz konusu alanda muhalif hareketler Fars soylular sınıfını, işgalci Selçuklu yönetimini ve şeriatçılığı hedef alıyordu. Çok geniş bir tabana yayılmış bir Abbasi-İslam şeriatı ve Selçuklu karşıtlığı vardı; halklarda muazzam bir öfke birikmişti. Özellikle Selçukluların İran’dan kovulması, Selçuklu işgaline son verilmesi fikri güçlüydü.
ADİL DÜZEN ÇAĞRISI YAPTI
Hasan Sabbah usta bir örgütçü olmuştu. Deylem bölgesindeki bu tepkilere büyük önem verdi. İsmaili propagandaya bu talepleri de katarak adil bir düzen çağrısı yaptı. İran-Acem halklarının başını çektiği Şuubiye hareketi gibi isyanların ama özellikle Nasır-i Hüsrev’in kendisini de etkileyen çalışmalarını ve deneyimlerini değerlendirdi. Emekçilerin toplumsal hafızasındaki ve yaşamındaki etkileri devam eden Babek’in eşitlikçi düzenini ve Karmati hareketinin ortakçı düzenlerinin miraslarını ve davalarını sahiplendi. 9 yıl boyunca yaptığı çalışmalarda Selçuklu egemenliğine, şeriatçılığın baskısına ve feodal beylerin-ağaların sömürüsüne son verileceğinin çağrısını yaptı. Önemli başarılar sağladı. Fakat bir türlü atılıma geçemediler. Hareketin merkezinin İsfahan’da olması, buradaki Selçuklu denetiminin güçlü olması ve sıkı takip ve kovuşturmalar buna fırsat vermiyordu.
ALAMUT KALESİ
Propaganda ve örgütlenme faaliyetlerini ileri sıçratabilmek, ayaklanmaya dönüştürebilmek için merkezi devlete karşı kullanabilecekleri sağlam üslere ihtiyaç vardı. Orta İran bölgesinde Selçuklu denetimi çok sıkıydı. Bu yüzden Hasan Sabbah dağlık bölgelere yöneldi. Böylece Elbruz dağlarının uzantısı durumundaki Deylem bölgesinde bulunan ve zapt edilmesi imkânsız olan, son derece sarp bir vadiye hâkim, tepelerle çevrili, geçit vermez kayalıkların üzerine kurulmuş Alamut Kalesi üzerinde ısrarla durdular. Buradaki uzun çalışmaları neticesinde bölgenin yapısı ve halkı hakkında kapsamlı bilgi sahibi olan Hasan Sabah, uzak görüşlü bir planla bu bölgenin temel üs seçilmesinde karar kıldı. Bu hedefe yöneldi.
Yerel dilde “Kartal Yuvası” anlamına gelen Alamut Kalesi, o dönemde Mehdi adında Şii bir beye aitti. Hasan Sabbah’ın davetçileri bölgedeki halkı İsmaili hareketine kazanma faaliyetini yoğunlaştırdılar, başarılı da oldular. Kalenin sahibi Mehdi’nin muhafızlarına kadar herkesi örgütlediler. Hatta bizzat Mehdi’nin kendisini de kazandıkları rivayet ediliyor. Kaleyi alma vakti geldiğinde Hasan Sabbah, Alamut’a gitti ve örgütlenmeyi tamamladı. Kan dökmeden bir oldu-bittiyle kaleyi 1090 yılında Mehdi’den aldılar. Kalenin ele geçirilmesi konusunda Hasan Sabbah’ın zekâsını, örgütlenme becerisini ve siyasi-ekonomik gücünü öven çeşitli söylentiler de anlatılır oldu. Halk arasında her bir özelliği ile yüceltilen efsaneye dönüştürüldü.
İLK İSMAİLİ DEVLETİ
1090 yılı hem Alamut ve Hasan Sabbah için, hem de İran’daki toplumsal hareket için bir dönüm noktası oldu. Alamut Kalesi İran’da kurulan ilk İsmaili devleti oldu ve İsmaili hareketinin siyasi ve askeri bakımdan gelişmesi için merkezi üsse dönüştü. Hasan Sabbah da İran’daki İsmaili hareketinin tartışmasız lideri konumuna geldi. Alamut’ta döneminin en büyük kütüphanelerinden birini kurdu. İdeolojik, siyasi ve askeri bakımdan kendini geliştirdi, fikirlerini olgunlaştırdı, devlet ve toplum düzeni için adil bir yapılanmaya girişti. Savunma için daha uzun vadeli planlar hazırladı.
Hâkimiyet alanlarında toplumsal düzenlemelere başladılar. Bölgedeki halkların Selçuklulara, yerel beylere ve Abbasi dini-rejimine karşı yükümlülüklerini kaldırdılar. Sömürü ve baskıya son veren adil, halkçı bir düzenleme yaptılar. Her İsmaili bireyin topluma karşı sorumlu biri haline gelmesi için eğitilmesine önem verdiler. Alamut bir sembol oldu, halkta kader birliği sağlandı.
Bir yandan örgütlenme, toplumun düzenlemesi yapılırken, diğer yandan da doğal haliyle bile aşılmaz olan Alamut Kalesi’ni uzun süreli kuşatmalara dayanacak şekilde güçlendirdiler. Kayaları delerek su kaynaklarına ulaştılar, sarnıçlar açtılar. Büyük ambarlar oyup tahıl stokları kurdular. Vadideki arazileri ıslah edip tarıma elverişli hale getirdiler.
4 AYLIK ÇARPIŞMAYI ALAMUT KALESİ KAZANDI
Alamut Kalesi’nin alınması ve sonrasındaki bütün bu gelişmeler Selçukluların üzerinde soğuk duş etkisi yarattı. Hemen Alamut’a yönelik saldırıya giriştiler. Alamut civarındaki köyleri yerle bir ettiler, insanları kılıçtan geçirdiler ve Alamut’u kuşatma altına aldılar.
Alamut Kalesi daha kurulur kurulmaz bir varlık-yokluk savaşına mecbur edilmişti. O direnmeyi seçti. Zira kalenin terk edilmesi demek; yeni kurulan devletin yok olması, emeklerin boşa gitmesi ve her şeyden öte umutların kırılması demekti. Fakat kuşatma kırılır ve zafer kazanılırsa hem askeri, hem siyasi hem de ideolojik/inançsal bir başarı kazanılmış olacaktı. Halkın güveni pekişecek, hareketin etkisi büyüyecekti. Alamut ileri gelenleri ve önderi Hasan Sabbah, bu riski göze aldı. Hasan Sabbah, kritik anlarda Mısır’daki Fatımi devletinin askeri yardım göndereceği söylentilerini askerleri arasında yayarak direnme gücünü artırdı, taraftarlarını ateşledi. Yıpratma saldırılarıyla da Selçuklu kuşatmasını aşındırdı. Neticede 4 ay süren bu kuşatma parçalandı. Böylece Alamut korunmakla kalmadı, bu zaferin etkileri bütün İran-Şii coğrafyasında görülmeye başlandı. Alamut ve Hasan Sabbah efsanesi büyümeye başladı. İsmaili hareketinin yeni üsler kazanarak genişlemesinin önü açıldı.
Fakat Selçukluların İsmaili hareketine ve onun merkezi olan Alamut’a saldırılarının ardı-arkası kesilmedi. İlk kuşatmada başarılı olamayan Selçuklu Sultan Melik Şah ve ateşli-acımasız bir İsmaili düşmanı olan Baş vezir Nizamülmülk daha büyük kuvvetler hazırlayarak 1092 yılında Alamut üzerine sefere çıktı, Alamut’u kuşattı. Kuşatmanın sürdüğü dönemde Hasan Sabbah ve örgütü, Alamut’un alınmasından sonraki ilk büyük siyasi eylemini gerçekleştirdi.
İLK FEDA EYLEMİ
Baş vezir Nizamülmülk, Nihavend kentindeki geçici karargâhındayken Ebu Tahir Arrani adlı bir İsmaili fedai tarafından Ekim 1092’de hançerlenerek öldürüldü. Bu, tarihteki ilk büyük feda eylemiydi. Selçuklu devletini korkuyla titretti. Hasan Sabbah’ı ve fedailerden kurulu örgütünü bütün diğer isyancı kişi ve örgütlerden ayıran, bütün eski dünyayı sarsan, yüzyılları aşan ününü sağlayan başlangıç eylemi bu oldu.
Kasım 1092’de de Sultan Melikşah öldü. Bir rivayete göre, onu da Hasan Sabbah’ın fedaileri öldürdü. Bu iki siyasi gelişmenin sarstığı Selçuklu kuvvetleri, Hasan Sabbah’ın saldırıları ve yıldırıcı tehditleri karşısında tutunamadı. Baskınlar sonunda kuşatma dağıtıldı. Bu dönemden sonra Selçuklu devletinde iç karışıklıklar ve taht kavgaları başlarken, İsmaili-Alamut devleti de rahat nefes aldı; genişleme ve yükselme dönemine girdi. Bu siyasi fırsatları değerlendiren Hasan Sabbah ve hareketi yeni kaleler ele geçirdi; iç örgütlenmesini ve toplumsal düzenini sağlamlaştırdı.
Alamut Kalesi’nde son derece katı, kuralcı, kimseyi kayırmayan-eşitlikçi bir disiplin oluşturdu; hiyerarşik bir örgütlenme kuruldu. Hiyerarşinin en tepesinde kurtuluşa götüreceğine inanılan Kayıp İmam’ın vekili yani hüccet vardı. Seyyid unvanını da alan Hasan Sabbah bu konumdaydı ve tartışmasız lider oydu. Onun altında danışmanları, komutanlar ve dai diye anılan davetçi-propagandacılar bulunuyordu. Bunların altında ise her biri bir eyaleti yönetecek bilgi ve beceriye sahip olan, özel olarak eğitilen yöneticiler kümesi vardı. Bunlara Refik deniliyordu. Hiyerarşinin en alt basamağında ise çoğunlukla kale çevresinde yaşayan köylülerden oluşan, örgütsel eylem içinde olmayan ama kuşatma zamanı lojistik destek sağlayan kesimler vardı. Bunlara da lassig deniliyordu.
Bunların dışında aynı zamanda bir okul olan Alamut’ta eğitim gören acemi gruplar vardı. Müstecip denilen bu grubun içinden davaya bağlı olan, inançlı gözü pek ve dirençli olanları özel bir birime seçiliyordu; birer fedai olarak eğitiliyorlardı.
FEDAİLER: AFONKEŞLİK DEĞİL DAVAYA BAĞLILIK
Fedailer dövüş sanatları, silah kullanma, istihbarat toplama, kılık değiştirme, gizli haberleşme konularında eğitiliyorlardı. Fedailer, siyasi suikastlar yapmak için yetiştirilen özel bir birimdi. İstenilen kişiyi öldürdükten sonra kaçmıyorlar, bu eylemi ne adına, ne için yaptıklarını bağırarak propaganda yapıyorlardı. Ölümü göze aldıkları ve çoğunlukla hemen öldürüldükleri için fedai deniliyordu. Bu sebeple hakkında en fazla spekülasyon ve karalama yapılan kesim de bu olmuştu. Fedailerin haşhaş kullanarak uyuşturulduklarını ya da sahte cennet vaadiyle kandırılıp ölüme yollandıkları iddia edildi. Karalamak için de örgütün adını Haşhaşiye yani afyonkeşler diye propaganda ettiler.
Oysa fedailer yüksek bir disiplin ve dikkat gerektiren özel bir misyon gruplarıydı. Uyuşturucu maddeler onları kesin bir biçimde zayıflatırdı. Bu iddianın aslı astarı yoktu. Doğru olan ise fedailerin ölümü göze almış olmaları, davalarına bağlı eylemciler oluşuydu. Zira fedai örgütlenmesi ve eylemleri de bütün diğer düzenlemeler gibi bir tercih olarak değil, zorunluluk sonucu ortaya çıktı. Uzun süreli kuşatmalar, yıpratma savaşları ve katliamlara karşı hayatta kalmak ve davasını, inancını sürdürme isteğinden doğdu. Mutlak biçimde ölüme mahkûm edilmiş ezilenlerin çok büyük eşitsizlik koşullarında savaşa tutuşan halkların savunma refleksi olarak gelişti; o dönemde Hasan Sabbah buna siyasi ve askeri bir biçim vererek yeniden örgütledi; sistemleştirdi. Böylece o dönemde fedai eylemleri, yaşam hakkı tanınmayan İsmaililerin, düşmanlarının saldırılarını caydırmak için giriştikleri savunma amaçlı bir savaş taktiği haline geldi. Kör bir şiddet uygulamadılar. Hedeflerini özel olarak seçtiler, egemen sınıfların ve rejimlerin temel kurumlarına ve yöneticilerine yöneldiler. Bu taktik, ezilenlerin şiddetinin bir biçimi olarak Hasan Sabbah ve hareketi tarafından önemli dönemeçlerde devreye sokuldu. Bu sebeple hareketin bir diğer adı Assasins yani suikastçılar oldu; Ortadoğu’da ise Fidaviyye/ Fedailer hareketi diye anıldı.
Hasan Sabbah, siyasi ve toplumsal alanda düzenleme yapmakla yetinmedi. İsmaili öğretisinde de bir dizi reforma, yeniliğe öncülük yaptı. Vaktiyle Mısır’dan sürülmesine sebep olan fikirleri ve değişim ihtiyacı iyice olgunlaşmış, belli bir forma kavuşmuştu. İsmaili hareketinin Fatımi yorumuna muhalefet eden Hasan Sabbah ve Suriye’deki İsmaililer Fatımi halifesi Mustansir’in ölümünden sonra 1094 yılında ayrılık bayrağını çektiler. Fatımi halifesi olması beklenen ve yenilikçi olduğu söylenen Nizar’ın öldürülmesi üzerine İsmaililer ikiye bölündü. Hasan Sabbah ve Suriye-Lübnan uzantıları ayrılıklarını meşrulaştırarak öldürülen Nizar’ı sahiplendiler. Bazen Hasan Sabbah’ın adından türetilen Sabbahiyye ismiyle anılan hareket bundan sonra Nizariler olarak adlandırıldı. Ama esas ayrılık sebebi, hilafet çekişmesi değildi. Esasta, artık halkın özlemlerine kulak tıkayan, baskısı sürekli hale gelen Fatımi anlayışına karşı yenilikçi, özgürlükçü bir muhalefet etmiş olmalarıydı. Hareket, Nizar’ın ismiyle anılsa da hem siyasi bakımından hem de ideolojik bakımdan esas kurucusu ve önderi hep Hasan Sabbah oldu. Bu ayrışma sonrasında Fatımilerle Naziriler arasında bitip tükenmek bilmeyen ideolojik ve siyasi çatışmalar yaşandı. Öyle ki, Hasan Sabbah ve ardıllarına yönelik kara çalmaların bir kısmın Fatımiler uydurmuşlardı. Nizari fedaileri, Fatımi yöneticilerine de suikastlar düzenlediler.
SADECE SİYASİ ÖNDER DEĞİL BİR DÜŞÜNÜR
Hasan Sabbah, yalnızca siyasi bir önder olarak değil, aynı zamanda Nizari-İsmaili öğretisini kuran ve geliştiren bir düşünür olarak da tanındı. Zamanının büyük çoğunluğunu okumaya, tartışmaya ve yazmaya ayıran Hasan Sabbah, Fatımi devletinin “eski davet” diye anılan İsmaili yorumunu reforme etti. Bu öğretiye Davet El- Cedide yani “yeni davet” denildi. Eğitim ağırlıklı bir yapıya dönüştürdüğü için bir diğer adı da Talimiyye idi. Yeni bilimsel- felsefi gelişmelere açık, yenilikçi, halkın özlem ve taleplerini dikkate alan, İsmaililiğin ilk çıkışındaki ilerici dinamikleri yeniden öne çıkaran bir yenilenme sağladı. Eylemci içerik oluşturdu. O dönemin, siyasi koşullarının sonucu olarak da hayli otoriter bir özellik taşıdı.
KALE DEVLETLERİ
Alamut Kalesi, hareketin ana karargâhıydı ama gelişen hareketin ihtiyacını karşılamaya yetmiyordu. Siyasal boşlukları fırsata dönüştürme becerisi yüksek olan Hasan Sabbah yeni kaleleri ve şehirleri denetimine almayı başardı. Suriye ve Lübnan’a kadar uzanan geniş alanda yeni kaleler ele geçirdi. Siyasi ve ideolojik olarak Alamut’a bağlı onlarca kale devleti kuruldu. Gerek Fatımilerle gerekse Selçuklularla uzun süreli savaşlar yaptı, başarılar kazandı. Bütün İslam coğrafyasında her biri birer küçük adacık halinde olan 50 civarında kaleyle Nizari- İsmail devletinin varlığından söz edilebilirdi artık.
Nizari kale devletleri bulundukları alanlarda birer aydınlanma merkezi haline geliyordu. Alamut, Kuhistan ve Suriye’de büyük kütüphaneler kurdular, sadece dini konularda değil, dönemin en ileri bilimsel çalışmalarında da başarılı faaliyetler yürüttüler. Bilimsel, kültürel, akademik bir çekim merkezi oldular. Dönemin tanınmış bilginlerini bir araya getirdiler. Tarafsız âlimleri de kendi davalarına kazanmayı bildiler.
Fakat bu hareketin gelişimi hiç de kolay olmadı. Kurulduğu ilk andan itibaren Selçukluların saldırılarına maruz kaldı. Alamut Kalesi defalarca kuşatıldı. Çevresindeki köyler yağmalandı, insanlar kılıçtan geçirildi. Yıpratmak ve yıldırmak için ekinler yakıldı, bahçeler bağlar talan edildi, hayvan sürüleri telef edildi. En sıkışık zamanlarda tayin edici rol oynayan fedai eylemleri olmasa var olmayacaklardı. Selçuklu yöneticilerine ve komutanlarına yönelik bu suikastlar yoluyla başarı sağlanıyordu. Selçuklu sultanı Melikşah’ın ölümünden sonra oluşan siyasi boşlukta Alamut’a yönelik saldırılar azaldı ama hiçbir dönem tamamen kesilmedi.
1105 yılında Selçuklu tahtına geçen Muhammed Tapar döneminde ve ondan sonra sultan seçilen Sancar zamanında İsmaili hareketine yönelik saldırılar, yıpratma ve sabotajlar çok şiddetlendi. İlk dönemlerinde İran, Irak, Lübnan ve Suriye’de çok sayıda kale ele geçiren Hasan Sabah ve hareketi bu şiddetli saldırılar döneminde duraklama yaşadı. Hatta kimi kaleleri kaybettiler. 1118 yılına gelindiğinde Alamut yenilginin eşiğinden döndü. Fedai eylemlerine yanıt olarak büyük katliamlara maruz kaldılar. İlk yıllarında atılıma geçen Nizariler bu dönemde ayaklanmacı planlarını uygulayamaz oldular, saldırıya geçemediler, çoğunlukla savunmada kaldılar. Buna karşın, ciddi bir toplumsal ve siyasal desteğe sahip olan hareket hiç sönümlenmedi. Ellerinde tuttukları onlarca kalede direnişlerini sürdürdüler.
NİZARİ DEVLETİNİN TANINMASI
Savunma pozisyonundan çıkamayan Hasan Sabbah kendilerine yönelik katliamların son bulması ve Nizari kalelerine dönük kuşatmaların kaldırılması talebiyle Selçuklu sultanı Sancar’a çağrıda bulundu, uzlaşma önerdi. Sancar bu çağrıyı kabul etmedi. Daha sonra Sultan Sancar uyuyorken yatağına kadar sokulan bir İsmaili fedaisinin, hançerinin kabzasına sarılı uyarı notunu sultanın başucuna koyması, Sultan Sancar’ı ikna etmeye yetti. Ölüm kaygısı ve Hasan Sabbah’ın ona bu denli yaklaşabilmesinin verdiği korku üzerine Hasan Sabbah’la ateşkes yapmayı kabul etti.
Böylece 1123 yılında Selçuklular ile Nizariler arasında anlaşma yapıldı. Bu anlaşma, kale devletlerinin birliği biçiminde oluşan Nizari devletinin bağımsızlığını onaylıyorlardı. Aynı anlaşmanın hükümlerine göre, Kum ve civarındaki bölgelerin gelirleri ile kalelerin yakınlarından geçen kervanlardan alınan yol vergilerinin toplanması hakkı Nizarilere bırakıldı. Buna karşılık Nizarilerin yeni kaleler kurmaması, yeni kimseleri inançlarına katmak için çalışmaması kararlaştırıldı.
Bu anlaşma Nizariler ve Hasan Sabbah için büyük ve tarihsel bir kazanımdı. Fakat ömrü pek uzun olmadı. Kısa bir süre sonra yeniden çatışmalar başladı. Fedai eylemlerinin sağladıkları üstünlükle Nizari direnişleri üzerine gelen bütün saldırıları püskürtmeyi başardı.
SON NEFESİNİ ALAMUT’TA VERDİ
1124 Mayıs’ında Hasan Sabbah hastalandı. Artık epey yaşlanmış olan Hasan Sabbah, kendisinden sonra hareketin önderlik sorunlarını halledecek düzenlemelere öncelik verdi. Kendisine bir halef belirledi, ona yardımcı olacak danışmanları örgütledi. 1124 Haziranında kendi eseri olan Alamut Kalesi’nde son nefesini verdi.
Çok sıkı disiplinli, iyi bir örgütçü, siyasi-askeri stratejist olan Hasan Sabbah, aynı zamanda, bir inanç önderiydi. Çevresindekileri etkilemesini bilen; inanç, kararlılık, güven, fedakârlık ve davaya bağlılık aşılayan, siyasi ve ideolojik eylem adamıydı; mazlumdan yana, direnişçi bir halk önderiydi. Bir toplumsal düzenin kurulmasına öncülük etti, halkın özlemlerine uygun bir sosyal yapıyı yönetti. Halkçı devletin adil bir idarecisi, lideri oldu. Nizari imamının vekili olarak saygı gördü. “Efendimiz” anlamına gelen Seyyidina sıfatıyla anıldı. Eylemleri ve kurduğu örgütü sayesinde Hindistan’dan Ortadoğu’ya, Kuzey Afrika’dan Avrupa’ya kadar korkuyla karışık saygı uyandırdı. Ezilenlerin zulme karşı mücadelelerinde ilham aldıkları bir direnişçi miras bıraktı; kendisinden sonraki birçok halkçı akım ve harekete itilim kazandırdı. Türbesi, Moğollar tarafından yıkılıncaya kadar Nizari İsmaililer için hac yeri olarak ziyaret ediliyordu.
ALAMUT 132 YIL DAHA DİRENDİ
Hasan Sabbah’ın ölümünden sonra Alamut ve Nizari hareketi devam etti. Fedailer örgütü de eylemlerini sürdürdü. 1256 yılında yani Hasan Sabbah’ın ölümünden 132 yıl sonra Moğol saldırıları sonucu Alamut Kalesi ve devleti yıkıldı. Onu ve hareketini anlatan kendi kaynakları da imha edildi. Eşsiz değerdeki eserlerle dolu kütüphaneleri, kendilerini anlatan belge ve yapıtlarla birlikte yok edildiler.
Fakat Hasan Sabbah ve Alamut efsanesi yok edilemedi. Tarihte o denli derin iz bırakmıştı ki, kan, ateş ve kül onu silmeye yetmiyordu. İftiralar ve karalamalarla halkın saygı duyduğu hatırasını ve mücadelesini kötülemeye giriştiler. İşte bu yüzden, tarihte hakkında en fazla çarpıtma yapılan kişi olmuştur Hasan Sabbah ve onun fedai örgütü. Zorba, zalim yönetimlerin, halkları ezen ve sömüren sınıfların bitmek bilmeyen kini ve öfkesinin hedefi oldular. Bin yıldır ardından küfür edilmesi bundandır. Tarihsel kimliğinin silinemediği durumda uydumda hikâyelerle umacıya dönüştürülmesi, çarpıtmalarla kara kahraman olarak tanıtılması bilinçli bir politikadır. Mücadelesiyle ve fedai hançerleriyle korku saldığı düşmanlarının esas korkusu yönetimleri altındaki halkların onu örnek almalarıdır. O yüzden, tarihin en büyük karalama faaliyetini Hasan Sabbah’a karşı yürütmüşlerdir.
Üzerine en çok kitap yazılan tarihi şahsiyetlerden biridir aynı zamanda Hasan Sabbah. Günümüzün popüler “tarih” romancılarından Amin Malaouf’un Semerkand ve Işık Bahçeleri’nden Wladimir Bartol’un Alamut Kalesi romanına, W. Hein’in Alamut’a Dönüş kitabından H. Lamb’ın Yıldızların Efendisi Hayyam’ına kadar safsata dolu onlarca roman yazılmıştır. Sözde araştırmalara konu olmuştur. Fakat hepsinde de, gerçek yaşamı hakkında çok şey bilinen Hasan Sabbah’ı düşmanlarının ağzından anlatıyorlar. Gerçek dışı, kötü bir adam tipiyle betimliyorlar. Entrikacı başı, çıkarları için her türlü kötülüğü yapmaya müsait, sahte cennet vaadiyle insanları kandıran, uyuşturulmuş gençlerden, afyonkeşlerden bir cinayet şebekesi kurmuş, kan içici biri gibi gösteriyorlar. Fedaileri de aldatılmış ve haşhaşla uyuşturulmuş katiller diye tanıtıyorlar. Bu senaryolar ise özellikle Avrupa’da mistik/gizemli hikâyelerle bire bin katarak anlatılıyor. Avrupa’nın kaynağı ise Alamut’un yıkılmasından yıllar sonra bölgede seyahat eden, ömrü hayatında tek bir Nizari-İsmaili ile yüzleşmemiş tüccar Marko Polo olmuştur. Hasan Sabbah’a dair en ağır sövgüleri dinlediği İsmaili düşmanlarının ağzından yazılı kaynaklara taşıyan, batıya aktaran Marko Polo’dur. Bu senaryoları yeniden üretenler de onu referans alırlar.
Bütün edebi becerilerini kullanarak karalamaya çalıştıkları Hasan Sabbah, takipçilerinin ve zulme direnen ezilenlerin esin kaynağı olmayı sürdürmüştür. Ölümünden sonra yüzyıldan fazla yaşamıştır onun kurduğu düzen. Döneminin ezilenleri onu saygı ve minnetle izlemişlerdir. Tarihi gerçeklerin çizdiği Hasan Sabbah portresi, atılan bütün çamurların üzerinde iz bırakmadığı sir açıklıkla bugüne taşınmışsa, bin yıldır unutulmamışsa ve hala zalimlerde korkuya vesile oluyorsa adı, bu isimde “hayat var” demektir.
Ayşe Gökdeniz ETHA