Araştırmacı yazar ve hukukçu Orhan Gazi Ertekin’in derlediği ‘Maraş Katliamı: Vahşet, Direniş ve İşkence’ adlı kitap Dipnot Yayınları’ndan çıktı. Ertekin’le kitabından yola çıkarak, Türkiye’de ‘kurucu suç’ ve ‘yüzleşme’ üzerine bir söyleşi yaptık.

Kitapta Maraş Katliamı bağlamında pek çok önemli ve düşündürücü kavram üretiyorsunuz. Bunlardan birisi de giriş bölümünde kullandığınız ‘tamamlanmamış suç’ kavramı. Bu kavramı açar mısınız? 19-26 Aralık 1978’de yaşanan Maraş Katliamı neden ‘tamamlanmamış suç’tur?

Sorunuzu iki ayrı boyutta karşılayarak cevaplamak isterim. Tamamlanmamış suç, birinci olarak henüz geçmiş olmayan, dolayısıyla bugünde ve hâlâ devam eden, hukuki ve fiili kesintinin olmadığı bir suç fiili olarak görülebilir. Fail kesintisiz suç işlemeye devam etmekte, mağdur ise hâlâ suçun konusu olmanın tedirginliğiyle saldırının son bulmasını beklemekte ve dilemektedir. Maraş Katliamı işte tam da böyle bir suç fiilleri toplamını ifade eder. Bir defa katliamdan sonra kırım bitmemiştir. Hemen ardından katliamın sorumlusu da ilan edilmişlerdir. Türkiye tarihinin oldukça tanıdık yapısal özelliklerinden birisi olarak mağdurlar kendi mağduriyetlerinin faili haline getirilmişlerdir. Katliam 5 gün sürmüş gibi görünmektedir. Fakat katliamın hemen ardından mağdurlar bir yıla kadar varan işkencelere maruz kalmışlar, oldukça trajik biçimde, işkencecilere karşı,  Maraş’ta kendilerini öldürmedikleri, yaralamadıkları, kendi evlerini talan etmediklerini savunmak zorunda bırakılmışlardır. Neredeyse on yıla varan bir yargılamada da aynı çile devam etmiştir. Görülüyor ki Maraş Katliamı’nda hayatta kalanlar sonraki on yıllar boyunca hayatta kalmaya çalışmışlar, beş gün on binlerce saldırganın nefesini üzerlerinde hissederken, 26 Aralık 1978’de, kurtulduk duygusu yerine, hâlâ kaçmaya ve korunmaya devam etmişlerdir. Tabii ki işkence ve yargılamalar on binlerce insanın Maraş’tan dünyanın her yerine göçleriyle de tamamlanmaya devam etmiştir. Maraş’ta katliam failleri 19/26 Aralık 1978 arasında durmamış, bugüne de ulaşan etkileriyle varlığını sürdürmüştür. İşte bu anlamda Maraş Katliamı tamamlanmamış bir suç fiilidir.

Peki ‘kurucu suç’ kavramını nasıl tanımlarsınız?
Şimdi gelelim ikinci boyuta. İkinci olarak ise geçmişte başlayıp bugünümüzü de işgal etmeye devam eden her suç aynı zamanda ‘kurucu bir suç’tur. Çünkü artık o suç bir ‘hukuk’ haline gelmiştir. Birinci anlamda tamamlanmamış suç hâlâ kendini devam ettiren, eksik kalmış olanı tamamlamaya çalışan zincirleme fiiller anlamına gelirken ikinci boyutta ise bir ‘daimi suç’ anlamı vardır. Eksik kalmış-tamamlanmamış her suç ancak ve ancak onu var edecek bir ‘hukuk düzeni’ ile arzusunu devam ettirebilir.  Suç artık ‘resmi bir suç’a dönüşmüştür. Kurucu suçlar hep böyledir. Çünkü suçu bir hukuka, bir geleneğe, bir örfe, bir kuruma dönüştürürseniz hem tamamlanma arzusunda olmak anlamında ‘eksik kalmış’ ve hem de sürekli yinelenme, rutinleşme, olağanlaşma anlamında ‘daimi’ bir suç ve suç düzeni yaratmış olursunuz. İşte orada suç hukuk haline gelir. Ermeni kırımı da böyle bir tamamlanmamış suçtur örneğin.

Orhan Gazi EretkinOrhan Gazi Eretkin

Maraş’ta yaşananları ‘pogrom’ olarak tanımlamanızın nedenlerini açar mısınız?
Pogrom resmi veya yarı resmi ‘apartheid’ rejimlerinde yaşanan bir kitlesel şiddet biçimidir. Yani etnik ve kültürel hiyerarşilerin olduğu Güney Afrika, Güney Batı Afrika, Eski Rusya, Nazi Almanyası, hâlâ da etkileri ve fiili sonuçlarının devam ettiği kolaylıkla iddia edilebilecek olan ABD ve benzeri yerlerde görülen bir toplumsal-siyasal-kurumsal işbirliğiyle ortaya çıkan şiddet olarak görülebilir. Bu rejim yapıları iktidarların şiddet ile ilişkisi, şiddetin nasıl kurumsal ve toplumsal işbirliği ile ortaya çıktığı açısından da belirleyicidir. Maraş Katliamı da Türkiye’de şiddet ve devlet ilişkisi bakımından rejimin yapısı ve kapasitesi üzerine yeniden düşünmek için oldukça verimli bir saha oluşturuyor. Maraş Katliamı’nın bir ‘mukatele’ yani ‘karşılıklı öldürmeler’ olmadığını gösteren çok sayıda gelişmeden haber verebiliriz. Örneğin ordu günler boyunca devam eden katliamda kayıtsız kalmaktan dahil olmaya kadar çeşitli düzeylerde yer almıştır. Bir defa katliam adliye, hükümet konağı, hastane gibi devlet dairelerine gelene kadar neredeyse hiç müdahale etmemiştir. Katliamcılar serbestçe hareket etmekten başları dönerek dördüncü gün devlet dairelerine saldırmaya başlayınca, 3 saatlik mesafeden gelen Kayseri Komando Birliği saldırılara müdahale etti. Daha katliamın ilk günü aynı üç saatlik mesafeden gelmeyi akıllarına getirmemişler demek ki? Kaldı ki katliam günleri boyunca şehri dışardan gelenlere karşı kuşatırken içerdeki cinayetlere de müdahale etmemiştir. Bu sadece ordunun vaziyetiyle ilgilidir. Peki, dönemin İçişleri Bakanı İrfan Özaydınlı’nın Maraş’a gelip “Olayları solcular çıkardı…” diye demeç vermesine ne demeli? Peki, ya dönemin Başbakanı Bülent Ecevit’in kendisine gelen ve içinde Maraş Katliamı’nın planlayıcılarının isimleri de olan MİT raporunu kendi mahrem arşivi sanması için ne düşünmeliyiz? Kuşkusuz soruları ben cevaplayacağım burada değil mi? O halde şu yukarıda sıraladığım gelişmelere bir de 12 Eylül darbesi ile birlikte darbecilerin mağdurları bir yıl boyunca işkenceden geçirmesini ve katliamın sorumluluğunu mağdurlara yıkmak için olağanüstü bir hırs ile çalışmasını da ekleyelim. Ve bu komik fanteziyi elinin tersiyle itip mağdurları serbest bırakan savcının derhal işten el çektirilip dosyanın gayretkeş ve göreve hazır bir savcıya devredilmesini de hatırlatayım size. Şimdi toparlayabiliriz bütün bunları. Bakın bu çapta birbiriyle tutarlı, farklı mekânlar ve zamanlarda birbirini destekleyen  ‘organize eylemler’ ancak ve ancak devletten toplumun en altta ve yereldeki uçlarına kadar uzanan bir suç işleme kapasitesi ile mümkündür ki bu da Türkiye’nin devlet katlarında hazırlanmış Maraş gibi pogromlar nezdinde ‘yarı resmi apartheid rejimi’ olup olmadığı üzerine düşünmeyi gerektirir. Benim fikrim Türkiye’nin devleti, hukuku ve yargısının ‘özel bir ayrımcılık’ ile işlediği yönündedir ve bu da pogromdan tutun sayısız çeşitlilikte ‘resmi şiddet fiilleri’nin neden ve nasıl yaşandığını açıklayıcı niteliktedir. En azından Maraş bize tıpkı 6-7 Eylül 1955 pogromu gibi bu konuda çok şey anlatmaktadır.

Kitabınızın bütününden anladığım kadarıyla, Maraş Katliamı gibi olaylarla sağlıklı bir toplumsal yüzleşme yaşanabilmesi için siyasal ve hukuksal-yargısal bir hesaplaşma yaşanması gerekiyor. Siyasal ve hukuksal-yargısal hesaplaşma yaşanmadan sağlıklı bir toplumsal yüzleşme yaşanması pek mümkün değil gibi görünüyor. Böyleyse Türkiye’de siyaset kurumunun ve yargının mevcut durumunu dikkate aldığımızda sivil toplum, Maraş Katliamı gibi yaşanmış pek çok katliamla nasıl yüzleşebilir? Yüzleşme konusunda çalışan sivil topluma neler önerirsiniz?

Bu bir röportajın bir sorusuna cevap verilerek üstesinden gelinebilecek bir soru ve sorun değil maalesef. Çünkü sivil toplum çalışmalarımız konu hukuk ve yargı olduğunda bütün emeklerine ve iyi niyetlerine rağmen yeterli düzeyde değil. Hukuk, yargı ve siyasal davalar üzerine çalışmalarımız yeterli değil maalesef. Daha adli strateji, dava stratejisi, dosya stratejisi, duruşma stratejileri gibi kavramlar bile bilinmiyor ve buna ilişkin konumlar da hiç tartışılmış değil. Bunlardan sonra sorunuza gerçek bir cevap verilebilir. Ama hızla şunları söyleyebilirim şimdilik:
Yargının yargı olmadığı yerlerde bize gerçek bir yargılama için iki yol kalıyor kaçınılmaz olarak. Birincisi cari yargı kurumlarını kamuoyunun denetimine açmak ve gerçek bir yargılamanın toplumsal ve siyasal koşullarını hazırlamaya çalışmak. Mahkemenin mahkeme olmadığı yerde toplumsal vicdanın önünü açmak. Bu alanın yani yargının toplumsal dikkate taşınması eğiliminin maalesef Türkiye’de bir geleneği yok. Fakat tecrübeleri var. Hrant Dink ve Tahir Elçi cinayetlerinin takibini buna örnek verebiliriz. Her iki Vakfın da bu tecrübeyi artık bir ‘adalet ve yargı hareketi’ne taşımak ve belki buna bağlı olarak Türkiye ve Ortadoğu nezdinde bir ‘hak hareketleri araştırmaları enstitüsü’ne doğru geliştirmek gibi ‘büyük’ bir hedefi olabilir. Bu durum yüzleşmenin kendisine gerçek ve somut bir muhatap bulmasını sağlayacak önemli kurumsal girişimlerden birisi olabilir. Bugün Türkiye’de yaşadığımız sorunlar pek çok ülkede yaşanıyor ve birbirine öğretici olacak deneyimler birikiyor. Nitekim benzer br ihtiyaç Maraş Katliamı davaları üzerinden bakıldığında da çok açık görünüyor. Yüzleşme, cezasızlık ve insan hakları gibi kavramlar ‘kısa 20. yüzyıl’ın demokrasi ve hukuk mücadelesinin temel kavramları veya gündemleriydi diyelim. Fakat ‘uzun 19. yüzyıl’ın kapsamlı siyasal ve hukuksal meseleleri nezdinde daraldıkları ölçüde birer ‘mesai’ ve ‘arşiv’ alanına dönüşmeye başladılar. Çok önemli emekler verdiler. Ama daha bütüncül ve yapısal meseleler karşısında minimum konumlara mecbur kalmak sonucu ortaya çıktı. Buna karşılık örneğin ‘Magna Carta’nın 39 ve 40. maddelerinde taraflar için kabul edilebilir ve güvenilir bir yargı organının varlığıyla sözleşmeye başlanmıştı. Gerçek bir demokrasi ve adalet mücadelesi öncelikle buralardan itibaren yeniden düşünmeyi gerektiriyor.  Bunun üzerine daha dikkatle düşünmeliyiz.

Başka nasıl yollar izlenebilir? 
İşlemeyen ulusal yargı kurumlarını uluslararası bir yargı kültürünün içine doğru taşımak son yarım yüz yıldır önemsenmesi gereken bir gelişmedir. Uluslararası yargı kültüründen kastım davaları sadece AİHM gibi belli bazı kıta boyutundaki veya Uluslararası Ceza Mahkemesi gibi merciler önüne taşımaktan söz etmiyorum. Türkiye’nin yargı kültürü zaten 1987’den beri çifte referanslı (ulusal ve uluslararası) bir yargı kültürüdür. Bu konudaki birikim ve tecrübemiz de oldukça yerindedir. Fakat kamuoyu düzeyindeki bazı girişimleri de yeniden hatırlamalıyız. Tıpkı Vietnam ve savaş suçları meselesinde olduğu gibi Bertrand Russell’ın da içinde yer aldığı ve uluslararası kamuoyunun önünde yürütülen  ‘sivil dünya mahkemeleri’ tecrübesi de göz önüne alınmalıdır. Yargılama, girdiğimiz ‘yeni hukuk çağı’nda artık hem kurumlar hem de kamuoyu içinde yürütüldüğü gibi, aynı zamanda hem ulusal hem de uluslararası bir boyutta ilerliyor. Bu yeni yollar ‘linç’ için de kullanılabilir daha demokrat bir yargılama kültürü için de harekete geçirilebilir. Şunun altını çizmek isterim: İçinde olduğumuz süreç bütün yapı ve araçlarıyla yeni bir ‘hukuk çağı’dır ve bunun adalet mücadelesini de kaçınılmaz olarak üzerinde ciddiyetle düşünerek biz bulacağız… Bu iki yola niye ihtiyacımız var? Çünkü Maraş Katliamı gibi, Hrant Dink cinayeti gibi, Tahir Elçi cinayeti gibi sürekli birbirine aktaran şiddet zincirinin doğrudan topluma, siyasete, hukuka, yargıya ve genel olarak devlete uzanan boyutlarının daha bütünlüklü bir hesaplaşmanın konusu yapılması için buna çok ihtiyacımız var.

Ne olmuştu?

19- 26 Aralık 1978’de ülkücüler tarafından Alevilere yönelik düzenlenen katliamda, resmi verilere göre olaylar sırasında 120 insan öldürüldü. Ancak öldürülen insan sayısının bin kişi bulduğu düşünülüyor. Alevilere ait 200’ün üzerinde ev yakıldı, 100’e yakın işyeri tahrip edildi.

Çoğunlukla sağ ve aşırı sağ görüşlü toplam 804 kişi hakkında dava açıldı. Sıkıyönetim mahkemelerinde açılan davalar 1991 yılına kadar sürdü. İdam ve müebbet dışında hapse mahkum edilenlere 1/6 oranında indirim uygulanarak cezalar azaltıldı. Sıkı yönetim mahkemesinin idam kararları da Yargıtay tarafından bozuldu.