Ortaokulun son sınıfından itibaren her yaz tatilinde, babamın yanına çalışmaya gittim. Zamanı geçirip, hayatı öğrenmek, geleceğe hazırlıklı bir genç olmak istiyordum.
O yıllarda insan, öğrenmeye çok hevesli oluyor. Hem okuyorum hem de anlatılanları can kulağımla dinliyorum. Anlatılanlardan dersler çıkarıyor, ne anlatılmak istediğini, kendi kendime yorumluyorum. O zaman dikkatim çeken bir hikâye dinlemiştim.
Alevi olan bir köye, Sünni bir öğretmenin tayini çıkmış. Elbistan’da milli eğitimden, köyün durumunu öğrenir öğrenmez istifa etmek istemiş. Oradaki görevliler; “hoca istifa etmeden önce bir köye git, gör. Ondan sonra istifa edip etmeyeceğine karar ver. Sonradan pişman olmayasın.” Öğretmen, görevlilere köye nasıl gideceğini sormuş. “Nurhak’a giden minibüslere binersen onlar senin oraya nasıl gideceğini ve nerde bırakacaklarını bilirler” demiş.
Tarif edilen yere gitmiş. Her gün saat dört buçuk gibi bir defaya mahsus giden minibüse karısıyla binmiş. Minibüs kırk beş dakika gittikten sonra durmuş. Şoför öğretmene “Bak Hoca bu dağdan yukarı çıkan yolu takip et. Tam tepeye çıktığında aşağıdan görünen köy, o köydür. Haydi, güle güle yolun açık olsun. Yaklaşık bir saat sonra köye varırsınız” demiş.
Öğretmen, hamile olan eşiyle yavaş yavaş dağın zirvesine, ancak bir buçuk saatten sonra varmış. Tepeye varınca artık güneşin battığını ve gece olduğunu düşünüp karısına dönerek. “Hayatım ne olur? Ne olmaz? Bu vahşi, adam yiyen kızılbaşlardan kendimiz koruyamayız. Gece tehlikeli olabilir. Onun için bu gece bu tepede kalalım. Sabahleyin gidip köyde bir gezelim. Sonrada karanlık çökmeden köyden tekrar ayrılırız.” Karısının da Aleviler hakkında duyduğu hikâyeler, aklın gelince kocasına hak vermiş. O geceyi tepede geçirmek için kendilerine uygun bir yer aramışlar.
Gidip bir ağacın altında birbirine sokularak yatmaya çalışmışlar. Gecenin ilerleyen saatlerinde insanlar elini, ayağını çekip, ışıklarını söndürdüğünü gören vahşi hayvanlar piyasaya çıkmışlar. Ne de olsa gece artık onlarındı. Çeşitli mesajları ve haberleri kendi yöntemleriyle birbirlerine ulaştırıyorlardı. Kurtlar uluyor, çakallar tuhaf sesler çıkarıyor, baykuşlar ve diğer hayvanlar kendi dillerinde sesler çıkararak dağları inletiyorlardı. Öğretmen ve karısını bir korku sarmış. Dibinde oturdukları ağaca çıkmak istemişler. Kadın hamile olunca, tüm denemeleri başarısız olmuş. Başka çareler düşünürken, adamın aklına hava kararmadan önce az ilerideki taş yığın gelmiş. Köylülerin tarlasında topladıkları taş yığınında avcıların evine benzeyen bir sığınak yapmayı düşünmüş. Karısını orda saklamak ve kendisi de ağaca çıkıp sabaha kadar onu beklemenin uygun olacağını karısına anlattı. O onay verince karısını orda gizlemiş. Kendisi de sabaha kadar ağaçta beklemiş.
Sabahleyin güneş doğar doğmaz adam, karısını o taş yığınların içinde çıkarıp birlikte sakinleşen doğayı ve köylülerin telaşını seyretmişler. Köylüler, hayvanlarını dağa salmışlar. Sabah işlerini bitirip köydeki telaş ve gürültüleri sakinleştiğin gören öğretmen eşiyle birlikte köye inmeye karar vermiş. Heyecan ve ürkeklikleriyle köyün hemen girişinde gördükleri ilk insana muhtarın evin sormuşlar. O da onları muhtarın evin götürmüş.
Köylü seslenince muhtar dışarıya çıkmış. Öğretmen kendisini tanıştırınca, muhtar yanlarına gelip hürmetle selamlamış ve önlerinde eğilmiş. Bu arada içerideki karısı ve çocukları da durumu anlayınca dışarı çıkmışlar. Yeni öğretmeni içeri almak için yarışmışlar. Büyük bir neşe ve, sevinçle içer buyur etmişler. Evlerinin en güzel olan misafir odasına oturtmuşlar. Herkes sıraya girip, “hoş geldin” demiş ve misafirlerinin hal ve hatırlarını sormuşlar.
Muhtar öğretmenle ilgilenirken, muhtarın kızlar ve karısı özellikle öğretmenin karısıyla ilgileniyorlarmış. Sabah otobüs olmadığından taksiyle gelseler bile, ana yoldan buraya kadar yaya geldiklerini tahmin ettikleri için çok yorgun olduğunu düşünerek, hizmet etmişler. Kızlar dışarıya gidip, çeşmeden ibrikle su getirmişler. Öğretmen ve karısının ellerini ve ayaklarını yıkaması için muhtarın eşi içeriden leğen getirmiş. Misafirlerine kahvaltı hazırlamak için anne mutfağa girmiş.
Kızlar önce kadının ellerine su döktüler. Ellerin yıkayınca peşkiri uzattılar. Peşkiriyle yüzünü kuruladı. Kızlar, kadının ayaklarını yıkamak için çoraplarını çıkarmak isteyince, kadın şaşırdı. Kadın hamilelikten dolayı ayaklarını elleriyle korumaktan çevik olmadığından kızların, o hamlesine fazla karşılık da vermedi. Kızların biri çorabını çekti, diğeri leğene boşaltılan suya ayaklarını koyup yıkadı. Diğeri, başka bir peşkiriyle onun ayaklarını kuruladı.
Kadın, bir tarafta tuhaf doygular ve korkular içindeyken, yapılan hizmet biraz yorgunluğunu almıştı. Kızlar, ibrikteki suyu tamamlayıp leğendekini boşalttıktan sonra öğretmenin yanına gitti. Öğretmen az önce karısında yapılanlar gördüğünden ellerini, yüzünü yıkadı. Havluyu kızın elinde aldı. Ellerin sildi. Kızların hazırladığı leğendeki suya çorabını, çıkararak ayaklarını koydu ve kendisi kızlara bırakmadan yıkadı. Muhtarın karısı, içeride hazırladığı kahvaltıyı ve çayı bir sininin üzerine koyarak içeri girdi. İşi bilen kızlar anında ekmek açılan tahtayı kaptı. Sofra açan kızın sofrasına kondurdu. Anne siniyi tahtanın üzerine indirdi.
Muhtar öğretmen ve karısını buyur etti. Kendisi ve ailesiyle birlikte sininin etrafına oturdular. Konulan çaylarla birlikte muhtar; “Buyurun başlayalım. Haydi, yarasın” diyerek kısa yemek duasını okudu. Öğretmen ve karısı sofraya konulan tüm kahvaltılık malzemeleri güzel görünse de mis gibi koksa da tedirgin baktılar. Anlatılan hurafeler, beyninde gelip giden düşünceler, midelerindeki açlıkla savaşıyorlardı. Birkaç günlük düzensiz beslenme ve dün geceden beri açlık ve susuzluk midenin isteklerini öne çıkarıyordu. Anlatılan hikâyeleri bastırıp midelerini dinleyerek yemeye başladılar.
Yedikleri kahvaltı, sıcak çay biraz bedenlerini rahatlatmıştı. Huzur bulup karışık duygular yaşıyorlardı. Sonra muhtar, kızlar, öğretmenlerle birlikte gidip okula baktılar. Okul eski de olsa, yine de ders verilecek durumdaydı. Öğlen yemeği ve akşam yemekleri derken, muhabbeti derinleştiren muhtar durumları uzun uzun anlatıyordu. Öğretmen tepede karısına söz verdiği gibi birkaç kez, artık gitmek istediklerini söyledi. Kızların karısına olan şefkati ve muhtarın muhabbeti kararlarını hep erteletti.
Derken gün akşam oldu. Misafir odasında öğretmen ve karısına güzel bir yatak serildi. Onlar odasına çekilip birlikte hazırlanıp yatağa girdiler. Yatak dağ sümbülleri ve güller gibi kokuyordu. Birbirlerine sarılıp yatakta her şeyi unuttular. Bu huzurlu, rahat yatakta, günün heyecan ve yorgunluğunu, korkularını sesiz sessiz konuşup anlamaya çalışıyorlardı.
Birden dışarıda işlerini, bitirip yatmaya gelen muhtarın sesi duyuldu; “Kızlar, hanım bugün öğretmen geldi. Ne bir hizmet ne de bir güzellik yapmadınız. Yarın bir ziyafet çekmek için, şimdiden bir hazırlık yapmamız lazım. Kızlar benim o keskin bıçağımı getirin. Keskinleştireyim, yarın sabah bana lazım olur.” Bazı takırtı, görülülerden sonra bir sessizli oldu.
Öğretmen ve karısı fısıltılı, sözlerle haklı olduklarını, bir birin söylediler. Gün boyu yapılanların anlamını çözmüşlerdi. Aleviler kurbanlarını keserken önceden o kurbanlara birçok hizmetler yaparlarmış. Ayaklarını yüzlerini yıkar, kurban en iyi bir şekilde temizlermiş. Sonra kesilecek anlarına kadarda, onlar güzel davranır onları üzmemeye çalışırlarmış. Karısı biraz sinirlenince, “Bunlar ana bacı bilmez. Kestikleri yenmeyen. Kızılbaşlardır, biz ne yaptık?” öğretmen kalkmış sessizce küçük olan pencereyi kontrol etmiş. Orda kaçmanın imkânsız olduğun görgünce. Karısına; “Karıcığım sen yat. Ben sabaha kadar seni bu kızılbaşlardan korumak için kapının arkasında beklerim” demiş.
Sabah kadar öğretmen karısını korumuş. Muhtar, gün doğmadan kimseleri rahatsız etmeden, büyük kızıyla birlikte kalkmış. Öğretmenin köye gelişini bir toklu kurban etmiş. Öğle yemeği için etler güzelce hazırlanıp kaynatmak için kazana, kızartmak için tavaya ve dışarıda ateşte yapılacaklar da şişlere takmış. Öğretmen ve karısını rahatsız etmeden tüm işlerini yapıp hayvanları dağa gönderdikten sonra kahvaltıyı hazırlayıp sofra kurmuşlar.
Kızlar ellerinde ibrik ve leğenle beklerken muhtar kibarca kapıyı çalmış. “Öğretmenim kahvaltı hazır. Buyurun gelin. Elleriniz yüzünüzü yıkayın birlikte kahvaltımızı yapalım” demiş. Öğretmen ve karısı çoktan giyinik vaziyetten orda korku tedirginlikle bekliyorlardı. Bu kibar sese bir anlam vermeden birbirlerine tereddütle bakmışlar. Başka şanslarını da olmadığını düşünerek birlikte dışarıya çıkmışlar. Ellerini ve yüzlerini yıkayıp ihtiyaçlar bittikten sonra birlikte hoş bir kahvaltı yapmışlar.
Muhtar, köyün bahçelerini gezmeyi teklif etmiş. Onlarda kabul edince, bahçelerin arasına dalmışlar. Hayli zaman gezdikten sora sonbahar meyvelerinden bazılarını tatmışlar ve sohbet etmişler. Güneş, hava, oksijen ve güzel muhabbetlerle zamanı nasıl geçtiğini fark etmediler. Acıktıkların anlayınca evin yolun tutunca, muhtar öğlen yemeğinde olanları anlatmış. Her gelen öğretmene kurban kestikleri gibi kendilerinde bir tokluk sabah erkenden kesip hazırladığını anlattı.
Öğretmen anlatılanları üst üste koyunca akşam korkularının biraz yanlış bir algı olduğunu düşünse de kafasında hikâyelerin gerçeğini ve aslını bilmiyordu. Bu bilinmezlik kendisine halen huzur vermediği için her yapılana korkuyla ve ürpertiyle yaklaşıyordu.
Öğlen yemeğine köyün ileri gelenleri ve genç kızlar öğretmenin karısına eşlik etmek için katılmışlardı. Bu güzel buluşma gecen geç saatlerin kadar devam etti. Herkes yorgun argın evlerine çekildi. Öğretmen ve karısı da odalarına çekildi. İki günlük uykusuzluklarını bir nebze gidermek için önce ne olur, olmaz kapının arkasına bir sandalye dayayıp kilitleyerek yatağa girdiler. Birbirine sarılıp geç vakte kadar uyudular.
Okulun açılışından birkaç hafta sonra köye alışmışlardı. Artık korkularını yendiler ve başlarından geçenleri, köydekilere anlattılar. O gece dağda taş yığınları arasında kaybettiği nişan yüzüğünü, gençlerle gedip aradılar. Tüm bu yaşananlara şamata yaparak güldüler. Tam yedi yıl geçmişti. Bir gün öğretmenin tayini çıktığı haberi duyuldu. Köy yasta, öğretmenin diz bağları kopmuştu. Köyde ayrılmak istemiyordu.
Tayini büyük yereydi. Devlet babaya itaat edilecekti. Köylülerle birbirlerine sarıldılar. Gözyaşları dökerek köyden mutlu sonla ayrıldılar. O öğretmen hep fırsat buldukça köyü ziyaret etti çocuklarıyla.
Yukarıda yazılan o dönem, bana bir hikâyeydi. 12 Eylül darbesinden sonra cezaevinden çıkınca karşılaştım. Yurtdışına gitmek için pasaport başvuru yaptım. Adana’da sıkıyönetimden temiz kâğıt almamı istediler. Bu işlemlerim yapmak için Adana’ya gittim. Bana verilen kâğıdı Maraş pasaport dairesine vermek için tekrar otobüsle dönüyordum.
Adana’da bindiğim otobüs Osmaniye’ye gelince, Maraşlı olan firmadaki muavin bir yaşlı kadının, arka sıralara geçmesini istiyor. Kadın “bu benim yerimdir, burada oturacağım” diyor. Ancak muavinin ısrarı, hakaret ve tehdide dönüşmüştü. Kadının Kürtlüğüyle ve yaşlılığıyla alay ediyordu. Ben dayanmadım, muavine sert bir şekilde “kadını rahatsız etme. Yoksa o dilini keserim” diye çıkışınca muavin sustu. Otobüste bir sessizlik başladı. Kimse konuşmuyor, bende hiçbir şey olmamış gibi gazetemi okuyorum. Birkaç koltuk önde oturan bir karı koca durmadan bana bakıyor. Adam cesaretini topladı. Yanım gelip boş koltuğa müsaade isteyip oturdu. “Merhaba ben öğretmenim. Tayinim Elbistan’a çıktı. Galiba sen de Elbistanlısın.”
Benim Elbistanlı, olduğumu öğrendikten sonra başladı derdini anlatmaya. Aynı yukarıda anlatılan hikâyedeki olayın gerçeğiyle karşı karşıyaydı. Adam anlatıyor. Tayini bir Alevi köyüne çıkmış. Aslında gelmeyeceklermiş. Ancak ikisi de öğretmen olunca birlikte istifa zorlarına gidiyormuş. Aydın’da ne kadar hatırı sayıl insanlar varsa devreye sokmuşlar. Tayinlerini bir türlü değiştirememişler. Kararlarını vermişler: “İstifa etmeden önce bir gidip köyü görelim.”
Anlatılanlar, hikâyeler ve korkular aynı. Biri 1945’te geçiyor. Bu yenisi de 1984. Koca bir devletin milli eğitim sistemi Alevileri öğretmenlerine öğretememişti. O öğretmenler insanları eğitecekti. İnsanlığı, adaleti, adil olmayı ve sevmeyi tüm kâinatı anlatacaklardı. Öğretmenler Anadolu coğrafyasındaki kültürleri tanımıyorlardı. Ne hikmetse hurafeleri biliyorlardı.
Bir psikolog sabrıyla o eski hikâyeden dersler çıkarak onlarla konuştukça biraz rahatlattım onları. Ancak tedirginlikleri geçmiyordu. Beynine kazılmış o hurafeler bir türlü çıkmıyordu. Birlikte Elbistan’a gittik.
Otobüs terminalinde bir taksi tuttum. Milli eğitime birlikte gittik. Aynı taksiyle köye gitmeden, annemi, babam telefonla arayıp, kısa bir bilgi verdim. Akşam misafirlerle gedeceğimi duyurunca, onlar da sevindi.
Köyü daha öncede tanıyordum. Onlarında dediği gibi kızılbaş bir köydü. Yöremizdendi en güzel doğaya, suya, havaya sahip bir yerdi. Köyün girişinde taksiyi durdurup muhtarın evini sorduk. Muhtarın evine gidince hikâyedeki olay tekerrür etti. Hal hatır sormalardan sonra ellerin yıkanması ayaklarını yıkanması ve kızlar öğretmenin karısını, sanki yılardır tanıdıklar bir insanmış gibi başlarını omuzuna koyup sarıldılar.
O gün orda yaşananlar ve benim anlattıklarımla rahatlayan öğretmenler benimle tekrar Elbistan’a gelmek istedi. Otellerin rahat olmadığını söyleyip bizim eve götürdüm. Liseye giden kız kardeşim öğretmenin karısıyla ben de öğretmenle ilgiledim. O gece misafir odasında bir yatak yaptık yattılar.
Beni kendisinden bilen Sünni öğretmen her derdini söylemeye başladı. Sabahleyin cenabet olduğunu ve banyo yapmak istediği gönül rahatlığı söyledi. Sünni olduğumu teyit edince, ben de Aleviyim deyince ürktü. Kendisiyle uzun uzun muhabbet ettim. Duyduğu hurafelerin yanlışlığını anlatıp, ikna ettim.
Hoş, güzel bir ayrılıkla yolcu ettik. Aydın’a gidip eşyalarını alıp geldi, köye yerleşti. Yıllar sonra o öğretmenle devletin beni sürgün ettiği İsviçre’de karşılaştım. Boynuma sarıldı, gözyaşlarını tutamadı. “Bizlere yanlış hikâye anlatan devletin kim bilir, sıradan insanlara ne tür hurafeler anlattığını bir düşün. Ben tam on iki yıl o köyden ayrılmak istemedim. Tayinimi hep durdurdum. En sonunda, devlet o köyleri boşaltınca okul kapandı. Ben de üzülüp büzülünce, köylüler beni üzülmeyeyim diye buraya çağırdılar. Üç ay vizem var. Belki ben de burada iltica edip kalacağım.”
Ali Metin