Sivas-Zaralı Avedis Olgun, annesi ‘Terzi Vartanuş’un anılarını yazdı. Yayımlanır yayımlanmaz Zaralıların yoğun ilgisiyle karşılaşan kitabın yazarıyla kendi yaşamöyküsünden yola çıkarak Zara’nın ve Zaralıların yüz yıllık hikâyesini konuştuk.
Olgun’un kitabında sadece annesinin hikâyesi yok elbette. 1915’ten günümüze Zara’nın ve Zaralı Ermenilerin yaşadıklarını da Olgun’un kaleminden okuyoruz. 1932 doğumlu olan Avedis Olgun, çocukluğunu ve ilk gençliğini 1930’ların ve 40’ların Zara’sında geçirmiş. Daha sonra pek çok Anadolulu Ermeni gibi o da soluğu İstanbul’da almış. Ünlü yazar Kirkor Ceyhan’la akraba oluşu, Kemal Tahir’le olan dostluğu, onun yüreğine yazma sevdasını yıllar önce düşürmüş. Yayımlanır yayımlanmaz Zaralıların yoğun ilgisiyle karşılaşan kitabın yazarıyla kendi yaşamöyküsünden yola çıkarak Zara’nın ve Zaralıların yüz yıllık hikâyesini konuştuk.
Kitabın serüveninden başlayalım. Bu kitabı yazmaya nasıl karar verdiniz?
Benim çocukluğumda, yani 1940’larda Zara’da evlerde elektrik, su yoktu. Sinema, tiyatro zaten yoktu. Naci diye bir ahpariğimiz vardı; annesi Hay, babası Müslüman’dı ve İstanbul’da üniversitede okuyordu. Naci, yazları Zara’ya gelirken bavul dolusu roman getirirdi. Reşat Nuri, Esat Mahmut gibi, dönemin meşhur yazarlarının romanlarıydı bunlar. Biz de ailecek onlarla görüşürdük. Bir gün Naci’den “Ahpariğim Hayos kitap istiyor” diye ricada bulundum. Naci de verdi. Birkaç kitap alıp eve getirdim. Benim gibi kitaba meraklı Murat adlı Hay bir arkadaşımız vardı. Bir de, Sahak Zorlu diye, çok güzel kitap okuyan bir arkadaşımız vardı. Sahak yüksek sesle kitap okur, biz de dört-beş aile toplanıp dinlerdik. Aramızda Müslüman olanlar da vardı. Akşam olsun da kitap okuyalım diye zamanı iple çekerdik. Okuma hevesi içime böyle yerleşti. Askerde bir arkadaşımın babası kitapçıydı. Ondan da kitaplar alırdım. O dönemde Dostoyevski ve Tolstoy gibi yazarların dünya klasikleri Türkçe yayımlanmaya başlamıştı. O yıllarda Dostoyevski’yi, Gorki’yi okumaya başladım. 1950’de İstanbul’a geldiğimde bacanağım olan Kirkor Ceyhan’ın yanına gittim. Onun yazar olduğunu biliyordum. O sıralarda Çarşıkapı’da bir hanın merdiven altında terzilik yapıyordu. Akrabaydık ama çok iyi tanımıyorduk birbirimizi. Ona iş aradığımı söyledim. Konuşurken kitap okuduğumu söyleyince çok sevindi, “Bundan sonra seninle arkadaşız” dedi. O günden sonra Kirkor Ceyhan’la, ölümüne kadar, 60 yıl süren dostluğumuz başladı. Hemen her gün görüşürdük. Haftasonları birlikte konferanslara giderdik. Bu arada yine onun vasıtasıyla Kemal Tahir’le tanıştım. Onunla da 30 yıl boyunca neredeyse her haftasonu görüştük.
İçinizdeki yazma tutkusu da Kirkor Ceyhan ve Kemal Tahir’den geçti size sanırım…
Yazmak çok eskiden beri bir tutkuydu benim için. Amerika’ya göç eden çocuklarıma buradan mektuplar yazardım. Her mektubum 25-30 sayfa uzunluğunda olurdu. Burada olan ilginç olayları onlara yazardım. Çocuklar da mektuplarımı saklarlardı.
Neden daha önce bir kitap yazmadınız?
İşlerim çok yoğundu. Bir fabrikam, üç mağazam vardı. Yakın zamanlara kadar çok yoğun çalışıyordum. Somya karyola işiyle uğraşıyordum. Yazmaya vakit bulamasam da okumaya her zaman vakit bulmak için çok çaba sarf ettim. İşyerinde bile kütüphanem vardı.
Kitabınızda, Zaralı Ermeniler için 1915’ten sonra da hayatın hiç kolay olmadığını görüyoruz. Gündelik hayatın şiddetini Zara’da sürekli olarak yaşamışsınız. Buna rağmen 1950’lere kadar orada kalmışsınız. O dönemde Zara’dan ABD’ye ve Avrupa’ya giden pek çok Ermeni olduğunu biliyoruz. Sizin aileniz yurtdışına gitmeyi hiç düşünmedi mi?
Benim de amcam o yıllarda ABD’ye gitmiş ama annem-babam hiç düşünmemişler. Kendilerine Zara’da bir hayat kurmaya çalışmışlar. 1950’lere kadar Zara’da bizim gibi 50 civarında Ermeni aile kalmıştı.
Peki siz yurtdışına yerleşmeyi düşünmediniz mi?
Ben 1980’de ABD’ye gittim, 1984’te Türkiye’ye döndüm.
Neden döndünüz?
İçinde yaşadığım memleketin gazetesini okuyamıyorsam, o memleketin dilini konuşamıyorsam, orada yaşamanın ne anlamı var ki… ABD’de yaşarken Eminönü’nü, Topkapı’yı özlerdim. O zaman ABD’de böyle dediğim için bana kızan Ermeniler bir süre sonra kendileri de özlediler İstanbul’u; geldiler, Ada’dan ev aldılar. Evet, burada ayrımcılığa uğradığımız oldu, ama sonuçta burası bizim de memleketimiz. Bir gün komiserin biri “Hangi millettensin sen?” dedi. “Türk’üm” dedim. “Burada öyle yazmıyor ama, Gregoryan yazıyor” dedi. “Sen bana dinimi sormadın ki. Nüfus cüzdanımda Türk yazıyor” deyince sustu.
Kitaptan anladığımız kadarıyla 1950’de İstanbul’a göç etseniz de Zara’yla ilişkiniz kopmamış.
Zara’yla ve Zaralılarla irtibatım hep sürdü ama oraya çok seyrek giderim. Bu kitap Zaralılar tarafından yoğun ilgiyle karşılandı. Mesela Zaralı milletvekili İlhan Kesici telefon edip tebrik etti ve kitaptan istedi. Kitabı okuyan kimi Zaralı Müslümanlar “Yahu, biz ne canavarmışız da haberimiz yokmuş” diyorlar. Zaralıların bilinçli, kültür düzeyi yüksek olanları İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük şehirlere göçtüler. Onlardan çok olumlu mesajlar geliyor. Şu anda Zara’da yaşayanların çoğu, köylerden gelip Zara’ya yerleşen ve geçmişte neler yaşandığını pek bilmeyen kesimler. Benim kitabımı okuyup üzüntü duyanlar genel olarak zaten geçmişte Zaralı Ermenilerin başına neler geldiğini az çok bilenler.
Din değiştirip Müslüman olan Zaralı Ermeniler de baskılardan ve ayrımcılıktan nasibini almış…
Evet, Zara’da Müslüman olan Ermenilerin hepsi bilinirdi. Onlara kız verilmezdi. Kendileri gibi Müslümanlaşmış Ermenilerle evlenmeleri beklenirdi.
Günümüzde Zaralıların, memleketini görmeye gelen Zaralı Ermenilere yönelik tavırları nasıl?
Günümüzde çok iyi davranıyorlar. Âdeta geçmişte yaşananları unutturma gayreti var.
Annenizin ya da babanızın Zara’da el konmuş mal varlığı var mı?
Biz 1950’de İstanbul’a gelirken evimizi sattık. Annemin babası Hayos Ağa çok zenginmiş ama elimizde tapu yok.
İkinci bir kitap yazmayı düşünüyor musunuz?
Bundan sonra iki kız kardeşimin başından geçenleri yazmayı düşünüyorum. Her ikisi de Zara’da çok zorluk çekti. Biri, 30-40 kişilik bir çiftçi ailesine gelin gitti. Diğerinin ise kocasının ruh sağlığı bozuldu. Onların hikâyeleri de çok ibret verici. Bence her Ermeni kendinin ve ailesinin başından geçenleri yazmalı. Gelecek kuşaklar bizim ve ailelerimizin neler yaşadığını bizzat bizlerin tanıklığıyla okuyup öğrenmeli.
Kitaptan:
Kurtulanların çilesi
Allah kimseyi açlıkla terbiye etmesin. Kasabada sevkiyattan geri kalan Ermenilerin yüzde ellisi yaşlı, akşam sabah ölecek insanlar. Geri kalan on-on beş çocuk, sekiz-on çirkin, dul kadınla sekiz-on orta yaşlı erkek, çok kuvvetli, yürekli, yiğit Müslüman tanıdığı olanlar kalmış.
Bu açlık ve sefillikten bıkan birçok Ermeni de yakın bulduğu köylere gitmiş, hiç olmazsa boğaz tokluğuna çiftçilik yapmış. Bunlar yazmakla bitmez, öyle Türk köyleri var ki ya ikinci ya üçüncü karıları Ermeni.
Zara’ya yakın, otuz-kırk hanelik Devekse köyünde, karısı Ermeni’den olmayan ev yok. Zara’ya gelmiş, esnaflık yapıyor, camiden çıkmıyor, cumaya giderken dükkânını kapatıyor. Aynı köyden komşuları, “O öyle yapıyor ki Ermeniliğini kapatsın, oysa onun anneannesi Ermeni kızıdır” derlerdi. Öyle olanlar komplekse girerlerdi. Biz de kendilerine, “Korkmayın, tarlaya ne ekersen onu biçersin” derdik.
Kasabamızda üç aile resmen Müslüman oldu. Ahmet nam-ı diğer Gâvur Ahmet, karısı da kendisi de sevkiyata giden bir Ermeni ailenin çocukları. Ahmet’in çocukları Şakir ve Bekir. İki kardeşin de kendileri ve eşleri Ermeni. Bunlar camiden çıkmayan insanlar, kendilerini ispatlayacaklar. Ermeni’yle konuşmaz, onlara yakın olmazlar. Ahbapları Müslümanlardır.
Bunların çocukları büyüdü, kimisi bizden büyük kimisi bizim emsal. Bizden büyük olanlar evlenme çağına geldiler, yuva kuracaklar. Gece gündüz namazdalar, oruçlarını eksiksiz yapan bu adamlar yapmacık değil, gerçekten de Müslümanlığa inanmışlardı. Ama nereye gitse, Gâvur Ahmet ismi geçse, “Hangi Şakir ben tanıyamadım?”, “Gâvur Şakir, Gavur Bekir” denilirdi.
Kız istemeye gidiyorlar, hiçbir Müslüman gâvur diye kızını vermiyor.
Yahu kardeşim siz demiyor muydunuz ki, “Müftünün önünde salavat getiren, kelime-i şahadet getiren Müslüman kadar makbuldür.” Peki neden bu aileye gâvur diyorsunuz?
Velhasıl Şakir’in oğlu Hidayet geldi 35 yaşına. Kamyonculuk yapıyor. Müslüman komşular toplandı, bir karara vardı. Ahmet’in kızını Hidayet’e alacaklar. Hidayet 35 yaşında, kız 17. On beş yaş fark var. Kız ağlar olmaz diye, komşular ısrar eder. “Müslümanlıkta yaş farkı gözetilmez” derler. Sonunda kızla oğlan evlenirler, bir çocukları olur.
Gelin ikinci çocuğuna hamile kalır, yedi aylık hamileyken kanama başlar. Zara’da hastane yok, bir doktor var. Sivas’a hastaneye göndermeye karar verirler gelini. Kamyona yatırırlar ha babam bas gazı, boş kamyon takır tukur. Daha yarı yolda, Hafik kasabasına varmadan gelin sizlere ömür.
Aradan üç beş ay geçiyor yine komşular Ahmet’in evine gelip, “Ahmet Ağa, böyle bu çocuk iki yaşında perişan oldu, bakan yok. Yemek, çamaşır, çocuk bakımı bunlar meydanda kaldı. Müslüman adetine göre, ablası ölünce küçük kardeşi onun yerine onun kocasına varır, hem çocuklar öksüz ve bakımsız kalmaz hem de Hidayet hanımsız kalmaz. Allahın emri senin küçük kızla Hidayet’i baş göz edelim. Sen de sevaba gir, onların da yuvası kurulsun” derler.
Yine Ahmet Ağa’da sızlanmalar, kız katiyen istemez, ama kim dinler? 16 yaşındaki küçük kızı 38 yaşındaki Hidayet’e verirler. Kız ağlaya ağlaya ablasının kocasına varır.
Ahmet ve karısı kapının önünde ağlayarak konuşuyorlardı: Benim beş kızım olsa, teker teker ölseler beşini de Hidayet’e mi vereceğim? Bu nasıl adettir? İşinize geldiğiniz gibi oynuyorsunuz bizimle.
“Bir Hıristiyan salavat getirir, Müslüman olursa Allah nezdinde Müslümanlardan daha makbuldür, diyorsunuz. Biz kırk senedir Müslüman olmuş camiden çıkmıyoruz, yine de sizler bizi Müslümandan sayıp da ne kız veriyor ne de kız alıyorsunuz. Böyle olmaz ki canım!”