1937/38 yıllarında cereyan eden Dersim soykırımının ideolojik temellerini doğru tahlil edebilmek için, Kızılbaş- Kürt kimliğiyle Dersim’in özgün konumunu ve yarı-özerk nitelikteki statüsünü ve toplumsal yaşam tarzını bilmek gerekir.
Gerçekten de, bugünkü birçok çevre ili de içine alacak tarzda genişçe bir eyalet konumunda olan Dersim, 17. yüzyılın ortalarında Osmanlılar’la Safeviler arasında imzalanan Kasr-i Şirin Anlaşması’na kadar büyük ölçüde Safeviler’e bağlıdır.
Aşağı yukarı bugünkü sınırları belirleyen anlaşmadan sonra Dersim, tümüyle Osmanlılar’a bağlanmıştır. Bu süreçten sonra da Dersim, Kızılbaş- Kürt kimliğiyle yakın dönemlere kadar yarı- özerk bir yaşam tarzı sürdürmüştür. Çok sayıda önemli Kürt- Alevi Ocağı’nı bünyesinde barındıran Dersim, bu yaşam tarzı çerçevesinde kendi sorunlarını da Kızılbaş/Alevi hukukuna uygun tarzda kendi dini ve siyasi önderleri öncülüğünde çözerek yaşamıştır.
Daha 19. yüzyılın başlarından itibaren Osmanlı yönetimi, Dersim’i doğrudan kendine bağlamak amacıyla, Gürcü kökenli Sadrazam ve Serasker Kör Yusuf Ziyaeddin Paşa komutasında büyük bir orduyla Dersim üzerine bir harekat düzenlemiş ve bir gecede hileyle 100’ü aşkın aşiret reisinin başını kestiği gibi, nice insanı katletmiş ve birçok köyü ateşe vermiştir.
[pullquote]Daha sonraki dönemlerde de Dersim’e karşı hareketler düzenlenmiş ve bu durum, 19. yüzyılın ikinci yarısında bölge Kürtler’i ile Ermenilerini birlikte örgütlenmeye yöneltmiştir. [/pullquote]Nitekim, daha 1864 yılında, içinde Seyid Rıza’nın babası Seyid İbrahim’in de bulunduğu birçok Dersimli Kürt ve Ermeni aydınının öncülüğünde, “Milli Kurtuluş İçin Ermeni ve Kürt Komitesi” adıyla bir örgüt kuruluyordu. Örgüt yönetiminin, yarı-özerklik taleplerini İstanbul’da Saraya ileten heyet üyeleri; orada tutuklanıyor, ancak iki yıl sonra 1867’de serbest kalıyorlardı.
Bu tarihten sonra, Osmanlı ve İttihad- Terakki yönetimleri ile Kemalist yönetimler, Dersim’i “te’dib” için yani hizaya getirmek için birçok yola başvuruyorlardı. Hemen tamamı Balkanlı ve Kafkaslı “Türkçüler”den oluşan İttihad ve Terakki yönetiminin öncülüğünde, 1912 yılından itibaren bir “Etno-dinsel arındırma, Tektiplaştırma ve Türk- İslamlaştırma” harekatı başlatılıyor ve 1915’teki büyük Ermeni ve Süryani soykırımının ardından, 1921’de Koçgiri yoluyla Dersim’e yöneliniyordu. Zaten, Koçgiri denen bölge Batı- Dersim’di.
‘Türklüğe ve İslamlığa’ vurgu
Lozan Antlaşması dolayısıyla etno-dinsel arındırma Rumlar üzerinde yoğunlaştırılmış; bu tarihlerde dillendirilen red ve inkar politikasıyla sıranın kendilerine geldiğini gören Kürtler, Kürt Azadi Örgütü’nün öncülüğünde bir direniş hareketi örgütlemeye başlamışlardı. Lozan Antlaşması’nı imzalayan ve Rum mübadelesini gerçekleştiren Kemalist yönetimin gazeteleri, “Türk’ün süngüsünün göründüğü yerde Kürtlük biter” türünden tehdit ve tahrik edici sloganlara yer vermeye başlamışlardı. Zaten, 1924 Anayasası, 1921 Anayasası’nın tersine “Türklüğe ve İslamlığa” vurgu yapıyordu. İşte, böyle bir ortamda, 1925’te, zamanından önce patlak veren Kürt başkaldırısı üzerine katledilen Kürtler’in sayısı 15.000’i buluyordu.
Mustafa Kemal, 1926 yılında İsviçreli sanatçı ve gazeteci Emile Hüderbrand’a şu açıklamada bulunuyordu: “Geçmişte, birçok durumlarda Kürdistan’da ve Anadolu’nun diğer iç bölgelerinde, Cumhuriyet’in iradesine karşı çıkmak eğilimi gösterdikleri zaman, onları demirden bir elle ezdim. Örneğin bir defasında önderlerinin altmışını şafakla astırdım. O unsur (Kürtler) dersini almıştır ve bir daha benimle kılıç ölçüştürmeye kalkışmayacaktır.”
Mustafa Kemal’in bu açıklamasının hemen ardından, bu politikadan rahatsız olup direnişe geçen Kürtler, Ağrı ve Zilan’da yenilgiye uğrayınca, Türk basınının verdiği bilgilere göre 30 bin dolayında kayıp veriyorlardı.
Sıra Dersim’e geliyor…1927 yılında, kimi Dersim aşiret reislerinden 1925 Kürt Ulusal Direnme Hareketi aleyhtarı demeç alan Kemalist muhbir- gazeteci Naşit Hakkı Uluğ, bu kez kaleme aldığı 1931 tarihli “Derebeyi ve Dersim” konulu rapor- kitapla, adeta Dersim katliamının habercisi oluyordu. 1925’te gizlice hazırlanıp yürürlüğe konulan Şark Islahat Planı ile işbirlikçi Kürt ağa, eşraf ve derebeylerinin daha da “teçhiz” edilmesini yani güçlendirilmesini karara bağlayan Kemalist yönetim, sözde “derebeyliğe” savaş açıyordu. Kuşkusuz bu, işin kılıfıydı, asıl neden “etno- dinsel arındırma ve Türk- İslamlaştırma” idi.
Nitekim, 1934’te çıkarılan İskan Kanunu ile İsmet Paşa’nın 1935 tarihli “Kürt Raporu” doğrultusunda çıkarılan Tunceli Kanunu, soykırım eksenli bir katliamın açık habercisi niteliğindeydi. Başbakan İsmet Paşa, raporunda; oluşturulacak yeni ilin örgütlenme biçimi ile onun başına getirilecek Korgeneral rütbesindeki “Vali- Paşa”ya kadar herşeyi adeta dizayn etmişti. Bir nüfus sayımı yapılması ile silahların toplatılması, sevkiyat yollarının açılması ve dayanıklı hükümet binaları kurulmasına varıncaya kadar herşey planlanmıştı. İsmet Paşa, Erzincan ve Elazığ bölgeleri bir “Türklük merkezi” durumuna getirilmezse, “Kürdistan”ın kaçınılmaz olacağı kanaatindeydi. Bu nedenle plan, son derece gizli ve hızlı biçimde uygulanmalıydı.
İsmet Paşa’nın bu raporunun yanı sıra Jandarma Genel Komutanlığı da, gizli bir “Dersim” rapor-kitabı hazırlayarak 100 adet bastırıyor ve ilgililerin kullanımına veriyordu. Bu rapor- kitapta; Dersim’e karşı yürütülecek askeri harekatın esasları belirlendiği gibi, Dersim vurulduktan sonra, geriye kalan aşiretlerden hangilerinin Batı’da nerelere sürüleceğine ilişkin bir listeye de yer veriliyordu. Kitabın cebinde yer alan çeşitli askeri harekat planlarından biri de, bizzat Mustafa Kemal tarafından çizilmişti ki, bu plan, halen Trabzon’daki Atatürk Köşkü’nde sergilenmektedir.
Dönemin İktisat Vekili Celal Bayar da, 1936’da hazırladığı gizli “Şark Raporu”nda, askeri harekatın kaçınılmaz olduğunu vurguluyor, ancak bazı ekonomik tedbirler de alınmasının gereğine işaret ediyordu.
M. Kemal’in “çıban”ı Dersim
İşte, tam bu aşamada M. Kemal, 1936 yılında yaptığı şu açıklamayla, bir yıl sonra başlayacak Dersim katliamının açık işaretlerini veriyordu: “İç işlerimizde en önemli bir safha varsa, o da Dersim sorunudur. İçte bulunan işbu yarayı, bu korkunç çıbanı temizleyip koparmak ve kökünden kesmek işi her ne pahasına olursa olsun yapılmalı ve bu hususta en acil kararların alınması için, hükümete tam ve geniş yetki verilmelidir.” (Bkz. Kürdistan Tarihinde Dersim, s. 259)
M. Kemal’in, Dersim’i “çıban” olarak algılaması daha Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey’in 2 Şubat 1926 tarihli gizli “Dersim” raporundan beri yürürlüktedir. Hamdi Bey raporunda, Dersim’in giderek Kürtleştiğine vurgu yaparak, “Dersim, Cumhuriyet hükümeti için bir çıbandır; bu çıban üzerinde kesin bir ameliye yapmak mutlaka lazımdır” diyordu.
Artık, “Dersim’in ıslahı esasları” belirlenmiş ve harekete geçme zamanı gelmiştir. Gerekli sayımlar ve incelemeler yapılmış, silahlar toplanmıştır. Hükümet için gerekli binalar yapılmış, askeri sevkiyat yolları açılmıştır. Dersimliler’in çalıştırıldığı bu yapılar Dersimliler’i uygarlaştıracakken, Dersimliler’in başına bombalar yağmaya başlamıştır… Bombacılardan biri de, Atatark’ün manevi kızı, Ermeni kökenli Sabiha Gökçen’dir. Gökçen, önüne çıkan her hareketli hedefe tereddüt etmeden bomba yağdırdığını söylerken; Seyid Rıza adına merkezi Cenevre’de bulunan Milletler Cemiyeti Genel Sekreterliğine ve büyük devletlerin Dışişleri Bakanlıklarına bir mektup gönderen Vet. Dr. Nuri Dersimi, bu bombalı katliamda çok sayıda savunmasız kadının ve kızın hayatını kaybettiğini bildirerek, yardım istemektedir.
M.Kemal’den Meclis’e mesaj
Katliamın devam ettiği sıralarda 14 Eylül 1937’de Suriye’ye çıkan Nuri Dersimi, burada da, çok sayıda Dersim aşiret reisinin mühürleriyle aynı uluslararası kuruma ve Dışişleri Bakanlıklarına başvuruda bulunur. Ancak, bu kurumlardan ve ülkelerden herhangi bir yardım gelmez. Dahası İngiltere, bu başvuruya rağmen yardım edilmediğini Türk Dışişlerine de bildirir. Belki, bu kayıtsızlığın sonucudur ki, Seyid Rıza ve arkadaşları 1937’de, Atatürk’ün Dersim seyahati öncesinde idam edilir. 1938 yılında ise, mahalli kuvvetlerin yanı sıra tam teçhizatlı üç Kolordu ile iki Süvari Tümeni’nin katılımıyla büyük bir katliam, daha doğrusu “soykırım” gerçekleştirilir.
Bu aşamada ve sonrasında; te’dib (hizaya getirme, edeblendirme), tenkil (cezalandırma), taqtil (katletme), tehcir (göçürtme, sürme), temdin (medenileştirme), temsil (asimile etme) ve tasfiye (imha etme, etkisizleştirme) türü askeri yöntemlerin tümü kullanılmıştır.
Yalnız Kemalist kalemşörler değil, birçok Dersimli’nin bile bugün iddia ettikleri, “katliamdan Atatürk’ün haberdar olmadığı veya katliamı Atatürk’ün durdurduğu” yolundaki söylem, tam anlamıyla “traji- komik” bir yalandır. Çünkü, katliamın en yoğun bölümünde bile Cumhurbaşkanı M. Kemal ile Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak, birbirlerini kutlayan telgraflar teati ederken; yine M. Kemal, ölümünden yalnızca 9 gün önce 1 Kasım 1938’de, Başbakanı Celal Bayar aracılığıyla Meclis’e şu mesajı gönderiyordu:
“Uzun yıllardan beri süregelen ve zaman zaman gergin bir şekil alan Tunceli’ndeki toplu haydutluk olayları belli bir program içindeki çalışmalar sonucu kısa bir sürede ortadan kaldırılmış, bölgede bu gibi olaylar bir daha tekrarlanmamak üzere tarihe aktarılmıştır.”
Erdoğan ve Kılıçdaroğlu’nun tutumu
Katliamdan sonra adeta bir tabu haline getirilen Dersim katliamını işleyen tüm yazılarım ya da yayımladığım eserlerin tümü, Türkiye’de dava konusu olmuş ve cezalandırılmıştır.
1930’lu yıllarda Malatya’da Milli Emniyetçi olarak görevliyken, “Dersim Kasabı” Tunceli Vali ve Komutanı Korgeneral Abdullah Alpdoğan’la bir inceleme gezisi yapan Çerkez kökenli İhsan Sabri Çağlayangil’in 1980’li yılların sonlarına doğru Güneş gazetesinde yayımlanan anıları ve Nokta dergisinin “50. Yıl özel Sayısı”yla yeniden gündeme gelen Dersim konusu, o zamanlarda birçok kişiyi hayrete düşürmüştü… O dönemde bürokraside çalışan şimdiki CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu da bu dehşete düşünlerden olmalı ki, bir gazeteciyle birlikte Çağlayangil’le röportaj yaptığı gibi, bir ortak tanıdık arkadaş üzerinden benden de kaynak istemişti. Ben de o tarihte elimde bulunan Dersim’le ilgili tüm kaynakları kendisine yollamıştım ki, bunların arasında, Jandarma Genel Komutanlığı’nın gizli “Dersim Raporu” ile Nuri Dersimi’nin İsveç’te ilk kez yayımlanan “Hatırat”ı da vardı.
Daha CHP Grup Başkanvekili iken, Partisinden Onur Öymen’in, Meclis konuşmasında Dersim’i yeniden gündeme getirmesi, “ırkçı” bir zihniyetin dışavurumu olduğu kadar, bu trajik olayın yeniden sorgulanmasına da kapı açmıştı.
Kılıçdaroğlu’nun, Genel Başkan seçilmesinden sonra konu, bu kez Başbakan Erdoğan tarafından gündeme getiriliyor ve ilk kez bir Başbakan’ın itirafıyla, Dersim’de 50.000 kişinin katledildiği söyleniyordu. Başbakan’ın amacı ne olursa olsun, bunun söylenmesi kuşkusuz önemliydi. Kılıçdaroğlu’nun, bu açıklama karşısında, “o tarihte ben henüz doğmamıştım” söylemi ise tam bir talihsizlikti. Çünkü, Kılıçdaroğlu’nun konuya ilgisinin doğrudan tanığıydım.
Başbakan’ın, kişi olarak özür dilemesi kuşkusuz yeterli değil ancak yine de önemlidir. Fakat, katliamı salt CHP’nin eski Genel Başkanlarından İsmet İnönü’ye maletmesi gerçekle bağdaşmamaktadır. Çünkü, o tarihte henüz tek parti rejimi egemendir ve üstte de vurgulandığı gibi tüm yöneticiler bunda sorumluluk sahibidir.
Ancak olay, tüm acılığı ve çarpıcılığıyla ilk defa geniş ölçüde kamuoyunun gündemine yerleşmiştir ve bundan sonra da sorgulanmaya devam edecektir. Geçmişten beri “Türk”lüğünü savunup, birden “Zaza”lığa soyunan Kamer Genç gibilerin, hedefi saptırmaktan başka konuya katacakları birşey yoktur. Katliam öncesi ve sonrası Devletle işbirliği içine giren Karerli Mehmet Efendi gibilerin anılarına sarılarak, katliamın faturasını adeta Vet. Dr. Nuri Dersimi’ye çıkarmaya çalışan “Zazacı” grupların bilerek veya bilmeyerek Devletin tuzağına düştükleri ise ortadadır. Bunca acıdan ve travmadan sonra, Nuri Dersimi kitaplarını kaleme alırken, kimi duygusallıklara düşebilir ve bu durum zaman zaman Kürt aydınlarınca da dile getirilmiştir. Ancak, o bu eserleri kaleme almasıydı, bugün Dersim’in serüveni adına elimizde hangi yazılı kaynak bulunacaktı?.. Sonra, Batılı herhangi bir dil bilmeyen Seyid Rıza veya Dersim liderleri adına, uluslararası kuruluşlara başvurmanın yanlış olan tarafı nedir?..
Bu konularda, bizim henüz ulaşamadığımız başkaca diplomatik kaynak varsa, bunlar da muhtemelen Devlet arşivlerinden çıkacaktır.
Arşivlerin açılmasının önemi
O halde, yapılacak ilk iş Devletin de konuya ilişkin arşivini açmasıdır. Konuyu tüm boyutlarıyla ortaya koymak adına doğrusu; Başbakan Erdoğan’ın, benzerleri daha önce yayımlanmış kimi belgeleri açıklamak yerine, tüm bu arşivleri araştırmacılara açmasıdır. Bu konuda, en zengin arşivin Genelkurmay’da olduğunu bilmek için kahin olmaya gerek yoktur. Çünkü biliyoruz ki, salt mağarada katledilen şair Koçgirili Alişer’in bir sandık dolusu defterine ve kitabına elkonularak Genelkurmay’a gönderilmiştir. Bunu bildiren ise, Alişer’le karısı Zarife’nin katlini organize eden Jnd. Alb. Nazmi Sevgen’dir. İnanıyorum ki, bu arşivlerin açılması, daha 1937’de “Dersim’de imha planı uyguladık” diyen İsmet Paşa’nın söylemini de aşan bir “Soykırım”ın tüm kanıtlarını ortaya koyacaktır. Zira, daha önce bizim yayımladığımız, gerekse Başbakan’ın ortaya çıkardığı 13 bin küsur kişilik katliam bilançosu, 1938 katliamının sadece 1 aylık blançosudur…
Silahları toplatılmış bir topluluğa karşı “imha” hareketi düzenleyen ve katliam bitimine yakın Harput’ta 40.000 kişilik Orduyla gövde gösterisi yapan rejimin, nasıl bir soykırım uyguladığını tahmin etmek zor değildir…
Öte yandan, dost-düşman herkes bilmelidir ki; 31 Ağustos 1938’de yapılan bu resmi geçidi izleyenler arasında, başta Fevzi Çakmak, Kazım Orbay, İzzettin Çalışlar, Fahreddin Altay gibi Orgeneraller bulunduğu gibi, A. Alpdoğan ve Ergüder gibi Korgeneraller ve birçok Tümgeneralin yanı sıra; İngiliz, Yunan, Bulgar kara ve hava ateşeleri ile Sovyet, Fransız, İtalyan, Yugoslav ve Romen ateşemiliterleri de bulunmaktadır…
Bu da, Dersim katliamını “Hatay” sorununa bağlayan ve altında “yabancı” parmağı arayanların kulağına küpe olsun!..
MEHMET BAYRAK