Bahoz Şavata
“Bav Sıle” (Soranca ağzı ile; “Sıle’nin Babası”) diyorlardı. Gerçek ismi unutulmuştu. İlerlemiş 85-90 yaşından mı ötürü?
Yok değil.
Kürdlerde herkes büyüklük gösteren atası, babası, bazen annesinin ismi ile anılırdı.
Oysa o, oğlu Sıle’nin adı ile anılıyordu!
Peki niye?
Oğlu Sıle, 1980`lerde Süleymaniye Kaledize bölgesinde Kürdler için büyük bir halk kahramanıymış..
Sıle, Kürdlerin düşmanı Saddamın askeri kuvvetlerine ve işkenceci polislerine verdiği cezalar ile tanınmış, bilinmiş.
Ve tüm Kürd kahramanların öldürüldüğünde hep olduğu gibi, bir gün en yakın köylüsünün ihaneti sonucu öldürülmüş!..
Halk arasında hakkında bitmeyen kahramanlık şarkıları söylenmiş…Ağıtlar yakılmış, destanlar yazılmış..
Sonra Bav Sıle ailesi ve Halşolular ikinci acıya hazırlanmışlar..
1991 de Bav Sıle’nin ikinci oğlu Berhem, Hewler direnişi çatışmalarında şehit düşmüş. Onun adına da destanlar yazılmış..
İşte bu şarkılar ve destanlarda “Bav Sıle” adı ilk defa bütün Güney Kurdistan’da duyulmuş..
1990 Körfez Savaşı döneminde, Irak Kürdleri de Saddama karşı ayaklanmış. Fakat dünya, Kürdleri yalnız bırakıp, onları kendilerinden yüzlerce defa güçlü zalim Saddamın askeri kuvvetlerine peşkeş çekince, can güvenlikleri için dağlara sığınan diğer bölge Kürdleri gibi Bav Sıle de; iki dul gelini, iki kızı ve bir oğlu ve dört torunu ile İran sınırında Babırınç Dağı’nın yükseklerindeki mağaralara sığınmış..
Savaşta Kürdlerin milyonları bulan çoluk çocuk topyekun dağlara göçü ve bebeler ve yaşlıların karda-soğukta ölümü karşısında o dönem dünya halkları güçlü tepkiler verdi. Bu tepkiler üstüne dünya devletleri, Birleşmiş Milletler de yaptığı toplantıda; Irak Kürdleri adına “Çekiç Güç” askeri koruma önlemi aldılar. İlk defa dünya Kürdlere sahip çıkmıştı. Ve ilk defa özgürlüğü tattılar…1991 Temmuz ayında kurulan ve amacı Saddam Hüseyin’in Kürdlere olası saldırılarına karşı, Irak Kürtlerine güvence sağlamak için önlem alan BM sayesinde bölgede oluşan emniyet nedeniyle, diğer Kürdler gibi Bav Sıle ve ailesi de tekrar Halşo köyündeki evlerine döndüler.
Bav Sıle’nin köyü Halşo, Irak devletinin “40” km derinlikteki hudut bölgesi topraklarında” idi. Buralar 1980-88 İran-Irak Savaşı’nda tamamen insansızlaştırılmıştı. Kürd köyleri ve kasabaları bombalanarak imha edilmiş ve 10 km hudut dahilinde ve kasaba, köy çevreleri mayınlanmıştı. Bu sınır bölgelerinde göçertilen Kürd halkı, Kerkük-Süleymaniye ve Kerkük-Erbil hattında yine çevresi tel örgülü ve mayınlı esir kamplarına yerleştirilmişti.
1991 Newroz Serhıldan’ında özgürleşen Kerkük-Erbil hattında yer alan esir kampından köyüne dönen Bav Sıle, dünya cenneti Halşo adlı köyünde yeni yaşamına atılmıştı. Bav Sıle ve aile yetişkinleri yazın sıcağında önce mayın temizleme işine girişmişlerdi.
Onunla dostluğumuz bu dönemde gelişmişti. Bizler bölgeye sıhhi yardım ekibi olarak gittik. Sahra Hastahanesi kurma fikri en yaşlımız Davut arkadaşa aitti. Nede olsa aramızda bir doktorumuz ve bir hasta bakıcımız vardı. Almanca, Fransızca ve İngilizce bilenimiz vardı. Amacımız bölgede bir sahra hastahanesi kurarak hastalara yardımda bulunmaktı. BM adına UHCR destekli bir sahra hastahanesi kurma projemiz vardı. İşte bu projemizin keşif çalışmasında Bav Sıle ile tanıştık.
Önce bizim için mayından arındırılmış, yol üstü bir tepede kampımızı ve Sahra Hastahanemizi kurabileceğimiz önerildi.
Vadi içinde güçlü rüzgarlar nedeniyle bir kaç defa rüzgardan yıkılan ve sonunda rüzgara kaptırdığımız bir çadırdan sonra kampın kurulacak yerini değiştirme kararı aldık. Bu konuda fikrini almak için Halşo köyünün bilgesi diye tanıdığımız Bav Sıle ile görüşmeye gittik.
Onunla yaptığımız görüşmede bölgede tekbir mayınsız alanın olmadığını öğrendik. Bizler, “Bu konuda donanımlı BM Komiserliği ve resmi Peşmerge Kuvvetleri Komutanlığından destek alabileceğimizi” belirttik. Bu girişim projemiz, onu çok memnun etti. Hemen önümüze düştü. Evine oldukça yakın komşusu Hame’nin yanına bizleri götürdü.
Hame, bizi kapıda karşıladı. Güleç yüzü ile bizi selamladı. Bav Sıle, “Bizim doktor olduğumuzu, burada Sahra Hastahanesi kuracağımızı” ona belirtti. Hame, Bav Sıle’den emir alma vaziyetinde anlatılanları can kulağı ile dinledi. Aşağıda olan bahçeyi ve meydanı göstererek, “Buranın bizlerin yapacak işlerimiz için uygun bulup bulamadığımızı”. sordu. Aslında Kak Hame, bizler için çok muazzam güzel bir öneri sunmuştu. Önerdiği yer, tam da arayıp bulamayacağımız bir araziydi. Tek kötü yanı arazinin Sadece mayınlı olması idi. Biz buna da razıydık. Yerel resmi otoriteye durumu bildirip, gerekli askeri desteği istedik. İsteklerimiz, kabul gördü.
Ertesi günü arazide, son sürat mayın sökücü ve imha ekibi harekete geçti. Bir gün içinde kamp alanı ve yol güzergahı mayından temizlendi. Temizlenen arazide uyku çadırları kuruldu. O gece yorgunluğumuzu küçük uyku çadırlarımızda derin bir rahat uyku çekerek geçirdik.
İkinci günü Hastahane ve Kamp alanımız için yerleşim planı yaptık. Kahvaltıdan sonra hemen planı uygulamaya geçtik.
Sahra Hastahanesi büyük hangar çadırları için alanın düzeltilmesi ve kampın çevresinde hendekler yapılarak yağmur ve rüzgardan çadırların korunmaları gerekiyordu. Bu iş, kazma-kürek ile bizzat kol gücü ile yapılmak zorundaydı. O günü, Kamp kolluk kuvvetleri de bizzat bu işte yer aldı. Üçüncü günü kabaca hastahanemizi kurmuştuk. Geriye, Sıhhi ekipler ve kolluk görevlileri için makara/barınma yerleri, mutfak, hamam ve tuvalet gibi meskenleri yapmak kalıyordu. Bunlar da sırası ile bir hafta içinde yapıldı.
Kamp çalışmaları esnasında bazı zaman bizi izleyen Bav Sıle ve Hame, yanımıza gelip, bizim ile sohbet ediyordu.
Onların garipsediği; “Bizim gibi doktor ve komutanların kazma-kürekle herkes ile birlikte çalışması” idi. Diğer yandan en çok bu alanın mayından temizlenmesine sevinmişlerdi. Daha önce mayın korkusundan Kamp sahasının hemen alt köşesinde yer alan büyük pınarda bir yudum dahi su içmemişlerdi.
Onlara sevindirici haberi verdim. “Artık tüm çevremizdeki köyler, dağa sığınmış insanlar yarından itibaren sadece kara yolundan gelerek, Sahra Hastahanemizde sıhhi hizmet alabileceklerdi.”
Ertesi günü binlerce insanın yol boyunca hastahaneye geldiği görüldü. Doktor ve hasta bakıcılar var gücü ile sıraya sokulmuş insanlara tıbbi hizmeti sunuyorlardı. Ayrıca aç olanlara bir kap çorba ve bir sac ekmeği mutfak çadırında servis ediliyordu. İlk günlerde hasta insandan çok, aç insanın bize başvurduğu gözleniyordu. Çoğu kişi sadece karın doyurmak için Kamp koruma görevlisi olmak istiyordu.
Büyük bir sorunumuz oluştu. Hazır ekmek yetmiyordu ve yeterince kap kaçak yoktu. Bu konuda Bav Sıle ile görüşmeye gittim. Ona bize kendilerinin ve köylülerin karınlarını doyurmak karşılığında bizlere yardımcı olmalarını istedim. O teklifimizi kabul ederken, bizim korumaların da kendilerine ormandan odun getirmeleri şartını ileri sürdü. Bizler de onun teklifini kabul ettik. Çünkü uzun süren savaşlar bölge erkeğini tüketmişti. Yörede erkekten çok kadın fazlası ile vardı. Fakat bölge insanı bir çuval una ve bir teneke yağa, bir kutu çaya ve bir kilo şekere muhtaçtı. Ben her konuda kendilerine yardımcı olacağımı söyledim.
Aslında iğneden ipliğe her şeye ihtiyacımız vardı. Bu ihtiyaçları UHCR yetkilileri ile görüştüm. Onlar, bizlere yardımcı olacaklarını söylediler. İlk etapda bir kamyon erzağı verdiler.
Halşo’ya iaşe kamyonuyla dönüşümüz muhteşem oldu.
Tüm köylüler kamyonla birlikte koşuşturarak Sahra Hastahanesine geldiler.
olası savaş koşullarına riayet ederek, yardımları halka dağıtma yerine, yiyeceği hastahanede, günlük olarak insanlara verme yoluna gittim. Sadece çocuklar için giyecekleri ve hastaların ilaçlarını dağıtılmasını kararlaştırdım. Bir de ekmek yapma reisliğini Bav Sıle’ye bırakmıştım. Mutfak temizliğinin başına Hame’nin hanımı Berrin ablamızı geçirmiştik. Tüm genç kızlar. kampın hastahane temizliğinde çalışmayı yeğliyordu.
Tüketimimiz ne yapsak, ne kadar kıssak ta getirttiğim erzak miktarını üç günde iki kamyona çıkarsak ta kafi değildi. Fakat bir şansımız vardı. UHCR kendi doktorlarını da hastahanemize gönderdiği için mevcut halimize birinci elden tanıklara sahiptik. Ayrıca Sahra Hastahanemizi rakımı yüksek, serin ormanlık bir bahçe içinde oluşu, oturum için mimari alt yapısının müsait oluşu kendisine geceleri misafir çekiyordu. UHCR ve bölgedeki yabancı uyruklu bir çok sio çalışanı bu nedenle ayrıca kampımızda misafir olarak kalıyordu. Bizler de bu konumumuzu iyi kullandık. Misafirlerimizi hoş tutarak ihtiyaçlarımızı öncelikle UHCR’den yanıt alabilir hale geldik.
İşler kısa zamanda hal yoluna koyulunca öyle ki Kampta, sıhhi uygulamada eğitim kuran dershane dahi açmıştık. Bir çok sıhhi uzman yetiştirdik. Başarımızı UHCR ödüllendirdi ve bizlere, başarı plaketi verildi.
Dağa sığınan ve çevre köylerden hastahaneye zamanla gelişler neredeyse kalmadı. Sahra Hastahanemiz, yaz kampı alanına dönüşmüştü. Köylülere mayın dersi eğitimi işi öne çıkmıştı.
Bav Sıle, bir gün beni ziyaret etti.
– “Doktor can, elin ekmeği ile karın doyurmak fazla sürmez. Benim bu tepenin üstünde üzüm bağım var. Fakat mayınlı dır. Eğer burayı mayından temizlersek bu senenin üzümünü yeriz.” dedi.
Ben,
– “O zaman tez elden mayınları temizleyelim.” Dedim.
Kalktı, bana sıkıca sarıldı.
– “Şafakta çocuklarımla buradayız.” dedi ve evine gitti. Ertesi sabah gün doğumunda hep beraber bağ yolunu tuttuk.
Üzüm bağı, İran hududuna bir kilometre mesafedeydi. Ana kara yolunun alt tarafındaydı. Arazi oldukça sık grup mayını ile donatılmıştı. Grup mayının yaklaşılmaması için topuk mayınları sahaya serpilmişti. Sahanın eğimi nedeni ile yağmur toprağı aşağı akıtmış, yağmur hem işe yaramış, hem de bazı grup mayınların kaydırarak mayınların alandan temizlenmesi işini daha zor hale getirmişti. Nitekim çok sabırla yapılacak bir mayın temizleme işi, ekibimizi bekliyordu. Mayın temizleme işinin başında Brusk arkadaş vardı. Telleri gerginleşmiş grup mayınları için uzun kendire ve filtreli fünye patlayıcılarına fazlası ile ihtiyaç vardı. Bağ çok iyi üzüm tutmuştu, bağında zarar görmesi istenmiyordu. Tüm mayınların elle sökülmesi de pek mümkün değildi. Sonuçta mayın söküm ekibi belli bir alan projesi yaparak işe koyuldu. Bizler alandan ayrıldık.
İkinci günü ben Erbil’e gitmiştim. Şehre vardığımda, bana gelen telsiz haberinde; “Mayın patlamasından Bav Sıle’nin geride kalan küçük oğlu Şaxsuwarın da öldüğü” söylendi.
Akşam üstü ancak kampa dönüş yapabilmiştim. Olay hakkında Müslüm arkadaş geniş bilgi verdi.
Olay, onun anlatımına göre; bir yerde Bav Sıle’nin küçük oğlu Şaxsuwar’ın işgüzarlığı ve kendini beğenmişliği ile oluşmuştu. Şaxsuwar herkesten önce bağa varmış, oldukça derin bir çukurda kalan mayınını tellerine kement atmış, kendir ile telleri çekilen mayın uzun süre patlamamış. Anlaşılan durumu kontrol için Şaxsuwar korunduğu büyük ceviz ağacının arkasından çıktığında mayın patlayıvermiş. Çünkü arkadaşlarımız Şaxsuwar’ın ölüsüne burada karşılaşmışlar.
Olay her nasıl olursa olsun, Bav Sıle’nin yaşama dair hayallerini bu ölüm ile sona erdirmişti. Yaşanan büyük bir acıydı..
Ben, Bav Sıle’nin durumunu sorduğumda. Doktorlar sözü aldı. Onlar, “Bav Sıle’nin artık konuşamadığını, dilini ısırdığı için ağzından kanlar geldiğini, tedaviyi dahi ret ettiğini” belirttiler.
Hemen Bav Sıle’nin yanına vardım. Evinin eşiğinde oturuyordu. Beni gördü, dili çözülmüştü, mırıltılı bir sesle,
-“Doktor can, Şaxsuwar değil, ben ölmeli idim. Yaşadığıma çok utanıyorum, bu adil değil!” dedi.
Kafasını öne eğdi. Bir daha söz etmedi. Bizler de baş sağlığı diledik, kalktık..
Kampa dönüşte düşünüyorum;
“Adil olmayan bir dünya! Önce Saddam ile bir olmuşlar, ülkemizi mayınlamışlar. İnsanlarımız Saddam’ın ölüm kamplarına hapsedilmiş, son kalan yarı-özgür ömründe toprağında günlük yaşamını tedarik edecek üretimine katılır iken; ülkemin bu trajik esaret hikaye emaresinin yaşlı dedesi Bav Sıle ise hala kendini suçluyor! Ne garip!
İki gün sonra haber geldi: Bav Sıle yemek yemiyor ve su içmiyordu. Bir an önce ölmek istiyordu.. Hiçbir teklifi kabul etmiyordu. Benim, onu görmemi istiyorlardı. Onun yolundan dönmeyeceğini bildiğim halde kimseye bir şey demeden son surat Bav Sıle’nin yanına vardım.
Bana bakıp güldü.
-“Ne yani bu yaştan sonra benim onurumun çiğnendiğini görmemi mi bekliyorsun. Böyle bir vicdan yok bende!! Bu yaşlı halim ile bu gelinleri ve çocukları nasıl korurum! Namusları orta yerde, kim bizleri koruyacak? Kim dir bu mülkün sahibi?”
Benim onun bu stemlerine yanıt verecek, ona güvence sağlayacak yada onu ikna edecek söz vermem dahi mümkün değildi. Savaş sürüyordu, sesimi çıkaramadım.
Çaresiz halde, Bav Sıle’nin yana düşük eline uzanıp onu son defa öptüm, Bav Sıle üzerinde kanları kurumuş dudakları ile beni gözlerimden öptü..
Ayrılmıştık.. Onu son görüşüm olduğunu iliklerimde hissediyordum..
10 gün içinde Bav Sıle öldü.
Geriye sahipsiz ve gözleri yaşlı ailesi; başta dul gelinleri, torunları ve bêçar sevenleri ve bu mülke en adil ve saygı ile sahip çıkma savaşı kaldı…
20.07.2020 meleti