8 Kasım 2019 günü Halkların Demokratik Partisi (HDP) Bingöl Milletvekili Erdal Aydemir Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) kürsüsünü ‘Zazaca’ dili ile ilgili bir değerlendirme yapmak üzere kullandı. Konu’nun tabanında yatan sebep ise, daha önce Müge Anlı isimli program sunucusunun kendi programında Zazaca konuşmak isteyen bir kadının telefon bağlantısını kesmesiydi. Aydemir konuşmasında on yıllardır yok sayılan fakat ülke sınırları içinde konuşulan birçok dilin olduğunu söyledi ve onları sıraladı. Bunun üzerine meclis’te tepkiler giderek yükselirken, AKP Grup Başkanvekili Mehmet Muş şöyle konuştu: “Tüm diller bizim ama Hatib’in konuşmasını bu salonda en fazla 10 kişi anladı. Buradan hareketle insanları bir dile karşıymış gibi bir algı oluşturmak doğru değil. Bu Türkiye’de birbirine geçmiş insanları ayrıştırmaktan öteye geçmez. Samimi olmakta fayda var. 82 milyonun arasına nifak tohumları ekmeyin. Yazık ediyorsunuz. Sizden önce başkaları da vardı onlar başaramadı, size de nasip olmayacak.” (gazeteduvar.com; 08.11.2019)
TBMM’nin Zazaca (başka deyişlerle Kirmanckî, Kirdkî, Dimilkî, Sobe) kullanımı ve konuşulması tartışmasında, bir kez daha, varlığı şiddetle yok sayılmak ve bastırılmak istenilen bir (dil)aidiyet(in)e karşı güdülen olağanüstü tahammülsüzlüğe tanık olduk. Bu agresif, saldırgan ve akıl almaz tahammülsüzlüğün arkasında yatan sebebi artık uzun zamandır bir fobi halini almış olan müthiş bir korku ve kaygının olduğunu anladığımızda, empati kurmak mümkün olabiliyor. Nitekim, kendisini bütün dünyanın karşısında yalnızlaştırmış bir “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur!” söylemi var ki bu emperyalist aktörlerin faaliyet sürdürdüğü dünyada daima bölünüp, parçalanma ve yok olma, yok edilme endişesini içinde barındırıyor. Bunun ve daha fazlasını, Emperyalist Paylaşım Savaşlarının akabinde eski dünyaya ait kalmış olan Osmanlı İmparatorluğu ile “Yeni Osmanlıcılık” fantazisini kuran kesim ve yapıların hezeyanlarında tekrar ve tekrar görmek mümkün. Bir Yeni Osmanlı Devleti’nin pratikte ve mevcut koşullarda mümkün görünmediğini bilmekten öte, bunun algıda (ve egoda) önemli bir yerinin olduğunu ve toplum kesimlerini her an harekete geçirme konusunda işlevselliğini önemsemek gerekir. Nitekim, korku siyasetine malzeme edilen şövenleş(tiril)miş duygular genel toplum kesimlerini kutuplaştırma ve asıl siyasi meselelerden dikkati çekmeye yönelik uygulamalarda işlevselleştirilebiliyor. Bunun başarılı etkisi, muktedirlerin “vatan”, “millet”, “milli irade”, “güvenlik” vs. eksenli propaganda yaptığında genel toplum nezdinde de enflasyon, hayat pahalılığı, işsizlik, kadına şiddet, eğitim, yolsuzluk vs. konuların arka plana itildiğinde görülebiliyor. Avrupa ülkelerinde sağcı partiler vede ırkçı bir mantık mekanizması olan burjuva-ulus devletleri de “yabancı düşmanlığı” üzerinden farklı koşullarda benzer ve bu anlamda bilindik stratejileri kullanıyor.
Ulus devletleşme ve mill(iy)etleşme sürecinin çıkış noktası batı Avrupa olmakla birlikte, özellikle 19.yy Almanya modeli uluslaşma ve ulus olma biçimi günümüz dünyasında egemenliğini ve geçerliliğini koruyor. Bu uluslaşma modelinde ‘dil’ faktörünün bir itici güç görevi gördüğünü ‘milliyetçilik’ araştırmalarını yapan Eric J. Hobsbawm, Benedict Anderson ve Ernst Gellner gibi bilim insanları vurguluyorlar. Devletleşme sürecini sürdürebilen muktedirlerin kendi varlıklarını inşaa etme süreçlerini farklı varlıkları yok etme üzerinden sürdürdükleri bu modelin kaçınılmaz bir unsuru olarak karşımızda durmaktadır. Muş’un “Türkiye’de birbirine geçmiş insanları ayrıştırmak” şeklindeki ifadesi araştırmacı Ernest Gellner’in şu tespitini hatırlatyor: “halkların iç içe geçtiği komşu ve akraba bölgelerindeki ulusallaşma süreçlerinin onları imha ve asimile etmek üzerinden tekleştirmek yoluyla gerçekleştiği” (Gellner 1983: 2). Yine aynı şekilde, Hobsbawn’da tek bir etnisite ve dil üzerinden düşünülen ulus devletlerinin kurulmasının kaçınılmaz sonuçlarının arasında zorunlu göç ve azınlıkları imha etme operasyonlarının olduğunu ifade ediyor (Hobsbawn 1990: 157). İkinci Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün (1884-1973) şu ifadeleri ise bu fikirleri pratiğe döküm biçimini aktarıyor: “Vatan toprağı üzerinde yaşayanları Türk ve Türkçü yapacağız. Türk ve Türkçülüğü kabul etmeyenleri sistemli biçimde kesip atacağız.” (Vakit, 27 Nisan 1925)
Sömürge döneminde Afrika ve Asya’da uygulanan oryantalist pratikler, cumhuriyetin kurucuları tarafından Misak-ı Milli sınırları içinde gerçekleştirildi. Oryantalist bir söylem üzerinden tepeden inme ve tekçi bir zihniyette Türkleştirme, Sünnileştirme (Hanefi mezhebi) ve Öz Türkçe (Güneş Dil Teorisi) aslında “hepimiz birlikte BİZ’iz” demekten öte “hepimiz birlikte BEN’iz” demeyi ortaya koyuyor. Görünen o ki, Mehmet Muş’da imtiyazlı, yani muktedirin belirlediği çeperde varlığını sürdüren önemli bir kesimin tekleştirici ve tüm farklılıkları aynılaştırma uğruna absorbe ederek kendi içinde eritme çalışma ve çabalarını rahatlıkla ifade ederken, belli bir şiddet mekanızmasının temsiliyetini üstlenmeyi yeğliyor. ‘Demokratik, laik, hukuk devleti Türkiye’ konstrüktü ile yüzleşmek yerine, mecliste bulunanlar, kendilerine muktedirler tarafından başka halkların kanları pahasına inşaa etmiş oldukları bu uzun zamandır çatırdayan konfor alanının yıkıntılarının altında kalmamak adına, içine doğdukları yalanı daha yüksek seste haykırmak ve savunmak durumundadırlar. Mehmet Muş’un da ezberlediği ve bir kanon olarak sürekli tekrarlanan “Tüm diller bizim” ifadesinin şizofrenik karakterine ise, “bizim” dediği dillerin, tekçi devlet paradigması dahilinde sistematik biçimde yok edilmeye çalışılmasından ve bugün yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmışlığından tanık olabiliyoruz.
Tekçi devlet paradigması dahilinde özellikle Kürtçe ve değişkelerine ve de Zazaca diline karşı tahammülsüzlüğün hat safada olduğu bilinenler arasındadır. Yapay, idealize edilmiş ve oluşturulmuş “bizlik” duygusu ve algısını barındıran “hayal edilmiş topluluk” üzerinden geliş(tiril)en tekçi ulus devlet ve ulusların oluşum süreçleri, ideolojide tekleştirme ve özellikle eğitim sistemi aracılığıyla ulusal bilincin aşılanması bu anlayışın yapı taşlarından biri olmuştur. (Anderson 1983) Günümüz dünyasında ise tekçi zihniyetlerin karşısında farklılıkların sesini duyurmak, salt postmodern anlamda çeşitlilik ve çoğulculuğu göstererek, herşeyi yerli yerinde bırakmak üzere ‘biraz renklilik olsun, fakat statüyü koruyalım’ anlayışı değil, tam aksine egemen yapıların iktidarlarını kırma ve farklılıkları demokratikleşme süreçlerini olgunlaştırma adına ortaya koymak adına anlamlı olacaktır.
Bu anlamda “Zazaca” konuşan ve aidiyetini “Zaza” olarak tanımlayan insanlar vardır. İlgili çalışmalar da 19.yy sonlarından itibaren Avrupalı araştırmacılar ve sömürgeci bürokratlar tarafından tespit edilmiştir. Bazı araştırmacılar tarafından Zazaca konuşanların nüfusunun 4 ila 6 milyon olduğu tahmin ediliyorken, bunun yaklaşık 300.000 civarının Avrupa diasporasında ve özellikle 150.000’inin Almanya’da varlıklarını sürdürdükleri tahminler arasındadır. Zaza kimliği oldukça tartışmalıdır ve konu ekseninde fikirlerin bir hayli farklı uçlara yöneldiği ve daha çok siyasi tercihlere göre şekillendiği göz önünde bulundurulmalıdır. Nitekim, ‘Kürt ulusçu’ anlayışı çeperinde ‘Kürt’ ulus kimliği dahilinde benzer bir tekleştirme çabası gözlemler arasındadır. Bunun karşısında ise kimi Zaza kimlikçilerinin etno-milliyetçi re-aksiyonları sahnede yerini almaktadır.
Zazaca indo-cermen dil ailesinin irani dillerinin batı hattına ait bir dildir. Zazaca diline mensup toplumun aidiyet ve kimlik meselesi ile iç içe geçmiş dil çalışmaları Zazaca’nın Kurmanci’den farklı olduğu tartışmaları üzerinden yürümüş ve etnik farklılık üzerinden politik bir çehre kazanarak günümüze kadar gelmiştir (Detaylar için bkz. TPL: Zazaca ve Zaza kimliğinin algılanması ve yansımaları üzerine bir tartışma metni). Ne var ki, Zazaca konuşan halkta – bölgede tarihin uzun bir döneminde din-ideolojileriyle yönetilen devlet geleneğinin de etkileriyle – özellikle Sünnilik ve Alevilik aidiyeti bakımından ciddi bir ayrışma içindedir.
Bu anlamda örneğin Dersim’de “Kırmanc” denildiğinde Kırmancki/Zazaca ve Kırdaşi/Kürtçe konuşan Alevi toplumu ve ortak inanç (ve kültür) bazında bir nevi ‘millet’ kastediliyor. Bu anlayışa göre, Kırmanc tanımlamasının dışında kalanlar, Sünni Zazaları, Sünni Kürtleri, Sünni Türkleri, Türk Alevilerini ve Yezidileri kapsıyor. Böylelikle, Kadım Dersim coğrafyası özelinde dilin ve inancın iç içe geçmişliği ve hem dil (Türkçe değil) hemde din (Sünni değil) anlamında (Türk-Türkçe-Sünni) devlet paradigmasıyla çelişkiye düşmüş ve bu anlamıyla “etnikleştirilmiş bir inanç” (Arslan 2017) ile “siyasallaştırılmış bir kimliği” gözlemlemek mümkün. Dolayısıyla salt dil üzerinden yürütülmeye çalışılan Zaza ulus kimlik oluşumunun Dersim öznelinde tıkandığını anlıyoruz. (Detaylar için bkz. Arslan TPL)
Enteresandır, “ırkçılık” denildiğinde daima küresel batı gelir akıllara. Oysa ki, Ortadoğu topraklarında ırkçılık, kültürel, etnik, inançsal ve dil aidiyetleri eksenli olarak mütemadiyen doruk noktalardadır. Öyle ki, içinden çıkılmaz bir kimlik krizi, içeriden ve de dışarıdan gelen kırılmalara her türlü çanak tutmaktadır. Unutulmamalıdır ki, mevcut sistem bu farklılıkları, özellikle hiyerarşik kutuplaştırma ve ayrıştırmalara tabi tutmaktadır. Böylelikle “böl-parçala-yönet” şiarıyla egemenler amaçlarını yürürlüğe sokma konusunda rahat alan sağlayabilmektedir. Farklı sesler bunun bilincinde olarak aşağıdan yukarıya bir demokratikleştirme sürecini geliştirmek üzere vizyon ve programla ilerlemenin yollarını aramalıdır.
Toplulukların kendilerini var edebilme girişimleri başka toplulukları yok etme ve öteleme üzerinden şekillenmeye başladığı andan itibaren muktedirlerin uzmanlık alanlarına ve oyun sahalarına düşmeleri kaçınılmazdır. O halde oyunun kurallarını aşağıdan yukarıya tanımlamalı ve uygulamalı…
Farklılıkları, özelliklede tekçi zihniyet ve yapılanmaları teşhir etme amaçlı daha eşitlikçi ve demokratik siyaset ve toplum anlayışını geliştirmek adına görünür kılmak önemlidir.
Varlığını daima başka halkların kanı, canı, malı üzerine kurmuş uluslar, kendilerini ilelebet ve homojen kılmak adına, yapısal ırkçılıkla ve dolayısıyla bütün bürokratik olanaklarıyla bunu toplumun damarlarına enjekte etmek üzere endekslenmiş bir devlet paradigması altyapısıyla demokrasi ve toplumsal barışın önünde en büyük engel olarak durmaktadır. Bunu teşhir edecek çıkışlar önemlidir. Fakat önemli olan bir başka nokta ise, aynı hastalıklı hallere düşmemek, tekrarları yaşayıp ve yaşatmamak adına daima öz-eleştiri düsturu ve metotlarını elden bırakmamaktır. Nitekim, daima baskılanmış kimlikler mazur kaldıkları şiddet oranına göre, hak mücadelelerini kimi zaman belli bir kurban/ezilmişlik kompleksinden hareketle sürdürebilirler ki, büyük resmi görmeksizin sorunun sadece kendilerine yönelik olduğunu varsayar ve durumun sistematik boyutunu atlayabilirler. Bu nokta es geçildiği taktirde salt kimlik odaklı kimlikçi bir siyaset güdülebilir ki kimi Zaza kimlikçilerinin etno-milliyetçilik yaparak Kürt ulusal hareketine karşı pozisyon aldıklarını ve kendini buraya tepki üzerinden görünür kılmaya çalıştığını görebiliyoruz. Bu klasik tutumun diğer yüzünde ise kimi Kürt ulusçularının Türk ulusalcılarının geleneğini sürdürerek kendisini farklı tanımlamak isteyen grupları kendi içinde absorbe etme çabaları var. Buradan hareketle, kişinin duygusal olarak bağlılık hissettiği ve kendini tanımladığı aidiyetin ancak bir tehdit karşısında belirginleşmesi veya politikleşmesi (Davis 2010: 177-200) düşünülürse, bölgede koşullar, sürekli göç ve sürgüne zorlanma durumundan kaynaklı bir “var olabilme sorunsalı” ile karşı karşıya olan ve paradigmanın dışında kalan/bırakılan grupların, egemen düzenin güç dengeleri gölgesinde erimeme adına çoğulcu demokrasi siyasetini zorlama düşüncesi üzerinden kendi varlığını sahip olduğu farklılıkla birlikte ortaya koyabilmesi ve görünür kılabilmesi önemlidir. Nihayet, tekçi zihniyetlerin ve homojen yapılanmaların egemen oldukları noktalarda farklılıkların bu egemenlikleri kırmak adına ortaya çıkması gereklidir. Sonuç olarak, bu farklılıkların mevcut dünya sisteminin getirdiği kutuplaşmalar ve rekabet üzerinden değil “çoğulcu demokrasi söylemi” üzerinden siyasi arenada yerini alması önemlidir.
Metinde kullanılan kaynak:
Anderson, B. (1999). Imagined Communities. London: Verso.
Arslan, Z. (2017): Zazaca ve Zaza kimliğinin algılanması ve yansımaları üzerine bir tartışma metni. Transnational Press London: Border Crossing. Vol. 8. No.1. https://www.zeynemarslan.com/zazaca-ve-zaza-kimliginin-algilanmasi-ve-yansimalari-uezerine-bir-tartisma-metni/
Davis, Nira Y. (2011): The Politics of Belonging. Intersectional Contestations. Sage Publications. Londra.
Gellner, E. (1983). Nations and Nationalism. New York: Cornell University Press.
Hobsbawm, Eric J. (1990). Nationen und Nationalismus. Mythos und Realität seit 1780. Frankfurt: Campus.
dilop dergisi, sayı 12, ocak-şubat 2020, s. 47-51
04.01.2020