Yıl 1920, yer Hacin. Hacin, tarihte Kilikya Ermeni Krallığı olarak bilinen Kilikya bölgesinde Başkent Sis’e (Kozan) bağlıydı. Osmanlı döneminde Maraş ilinin Elbistan kazasına bağlanmış, daha sonra ise Adana iline bağlanmıştır.
AHMET GÜVEN – GERÇEK GAZETESİ
Hacin, tarımın yapıldığı, değirmenlerin döndüğü, demircilik, marangozluk, semercilik, ayakkabıcılık ve dokumacılığın yapıldığı yirmi bin nufuslu bir Ermeni yerleşim yeriydi. 1915 yılında on dört bin Ermeni katledilir, geriye kalanlar ise Suriye çöllerine sürülür. Osmanlı birinci dünya savaşından yenilgi ile çıkınca 1918’de Kilikya, Fransızların denetimine geçer. Kilikya, Fransızların denetimine geçtikten sonra soykırımdan kurtulan ve sürülen Ermeniler yurtlarına geri dönmeye başlar, Türkler tarafından işgal edilmiş evlerine ve barklarına yeniden kavuşurlar.
Ermenilerin kimisi yetim kalmış, kimisinin çocukları öldürülmüş, kimisi dul kalmış yaralı insanlardı ve bu insanların altı bini Hacinliydi.
Hacinlılar bir taraftan birbirlerinin yarasını sarmaya çalışırken, bir taraftan da Hacin’i yeniden inşa ederler. Evler, kiliseler ve okullar onarılır. Tarlalar ekilir, su değirmenleri tekrar döner, demircilik, semercilik ve dokumacılık tekrar yapılır ve hayat yavaş yavaş canlanmaya başlar. Ancak Ankara’da başında Mustafa Kemal’in bulunduğu Türk yöneticileri Ermenilerin Kilikya’ya geri dönmelerini hazmedemezler.
Önce Türk yöneticilere bağlı çeteler kimi cinayetler ve yüz kızartıcı suçler işleyerek Ermeniler’in üzerlerine atarlar. Ardından ‘’Ermeniler, müslüman kadınlara tecavüz ediyor , camileri yakıyorlar, müslümanları öldürüyorlar’’ diye propaganda yaparak müslüman halkı kışkırtırlar.
Fransız yönetimi gerekli önlemleri almaz. Dolayısıyla Kilikya’nın güvenliğini sağlamaya çalışan Ermeniler’in gücü yetersizdi. Bunu bilen Türk yöneticiler Ermeniler’e saldırmak için çevreye silah yığarak hazırlık yaparlar.
1920’nin Kış’ında Ermenilere yönelik saldırılar başlar. Türk yöneticiler katilleri ve kaçakları affederek çetelere katar. Hacin için her biri onlarca yüzlerce kişiden oluşan onlarca çete grubu kurulur. Her çetenin bir lideri vardı ve bütün çeteler kaymakam Saim beye bağlıydı. Ordunun başında ise Mustafa Kemal’in komutanı Tufan bey ve Doğan bey vardı.
Karlar erimeye başlayınca Hacin kuşatılır, girişler ve çıkışlar kesilir. Ağır silahlarla donatılan Türk ordusu ve silahlandırılmış çeteler toplar eşliğinde Hacin’e saldırı başlatır. Hacin’i savunan direnişçiler sayıca az olmalarına rağmen bu saldırılara karşı insan üstü bir irade göstererek tarih yazarlar. ‘’Hacin ha düştü ha düşecek’’ derken, direnişi kıramayan ve kayıplar veren Türk ordusu Yazın başka illerden takviye kuvvet ve büyük çaplı toplar getirerek saldırıya geçer. Hacin günlerce top atışına tutulur ve Hacin’de ateş ve duman yükselir.
Hacinliler dışardan bir tek yardım almadan kuşatmaya karşı sekiz ay boyunca direnirler. Ölülerden ve yaralılardan geçilmeyen Hacin’de yine soykırım yapılıyordu ve yine dünyanın gözü görmüyor, kulakları duymuyordu.
Ekim ayının ortalarında Ermeni direnişçiler halkı soykırımdan kurtarmak için Adana’ya güvenli bir koridor açmaya girişirler. O zaman Fransız hükümetinin merkezi Adana’ydı. Gerçi mesafe uzun, dağları, tepeleri aşarak gidilecek yol 150 km’den fazla ve tehlikeliydi ama başka çare yoktu. O gün sabah erken başlayan çatışmalar bütün şiddetiyle gece geç vakte kadar sürer. Gece yarısı önce Sami beyin çetesinin ardından da Tufan beyin ordusunun kuzeyden Hacin’e girdiği haberi gelir.
Ermeni direnişçiler ise halkı Hacin’in güneyine çekerek Adana’ya güvenli bir koridor açmak için var güçleriyle o tarafa kurulan ablukaya yüklenirler ve çatışmalar o tarafta yoğunlaşır.
Kuzeyden askerler ve çeteler, silahlarını ateşleyip ‘’ya Allah bismillah Allahuekber’’ deyip tekbir getirerek Hacin’e girerler.
Bu arada yedi yaşlarından çocuklardan tutunda yaşları on -oniki olan 200 kadar çocuk bir okulda mahsur kalır. Saim beyin başında bulunduğu çeteler paçavraları tutuşturarak okulun çatısını ateşe verirler.
Çatıdan içeri yanan ağaçlar düşmeye başlayınca, içerde büyük çocuklar küçükler yanmasın diye ayakta başlarını ve kollarını birleştirerek köprü şeklinde durup küçükleri araya alırlar. Ateşin büyümesiyle birlikte yukarda yanan çatı çocukların üzerine düşer ve bütün çocuklar yanarak ölürler. Üst üste yanmış bedenleri gören göz dayanmazdı ama çetler tekbir getirerek sevinç çığlıkları atarlar. Bu vahşeti gören Ermeni direnişçiler ‘’bunun hesabını vereceksin’’ deyip Adana tarafına pusu kuran Saim beyi korumalarıyla beraber öldüreceklerdi.
Hacin bir mezarlığa çevrilir. Çeteler ve askerler ev ev girip bir taraftan arama yapar, bir taraftan da talan ederler. Öyle bir talan ki, ölülerin üzerinde kanlı elbiselerine kadar çıkarılıp alınır.
Bir asker bir evin yıkıntıları arasında saklanan bir kızı yakalar, ‘’benimle evlenirsen seni öldürmem’’ deyip getirir. Kız o kadar güzel ki, insan bakmaya kıyamaz. Başka bir asker, ‘’gavurun kızı güzelmiş, gönlümüzü görür’’ deyince, beriki ‘’hayır ben evlenip müslüman yapacağım’’ der. Kızcağız avcıların eline düşmüş yaralı bir ceylan gibi ürkek ürkek bakınırken, diğer asker ‘’biz burda karısızlıktan kudururken sen evlen olur mu?’’ der demez, arkadan başka bir asker ‘’allahu ekber’’ deyip kamayı arkadan kızın sırtına saplar ve kızcağız acı içinde yüzünkoyun düşüp ölür.
Başka bir çete elamanı hamile bir kadını yakalamış, kafasını keseceği sıra diğer bir çete elamanı ‘’dur kesme’’ deyince beriki ‘’niye ki?’’ der. Diğeri ‘’bu iki canlıdır’’ deyip süngü ile kadının karnını yarıp bebeği ucuna takıp çıkarır ve ‘’şimdi kafasını kes’’ der. Beriki‘’Allahu ekber’’ deyip kadının kafasını keser.
O zaman Hacin’in ünlü ayakkabıcısı Sukyas Tekersyan’ın büyük kızı 9 yaşında, küçük kızı Zaruhi ise sekiz yaşındaydı. Ertesi sabah anneleri iki kız kardeşin ellerinden tutup evden aceleyle çıktıklarında şehir toz duman içindeydi. Evden uzaklaşıp ileride bulunan dereye vardıklarında, dere sanki kan akıyordu. Orda kadınlardan ve çocuklardan oluşan insanlara katılırlar. Erkekler ise şehri ve insanları savunmak için ölümüne savaşırırlar. Çok yaralı ve ölü vardı. Ölenlerin çoğu çocuk ve kadındı. Ermeni direnişçiler karşısında kayıp veren Türk güçleri, çocuklara ve kadınlara saldırırlar. Çevre köylerden ve ilçelerden silahını kapan ‘’gavur’’ dedikleri Ermenileri öldürmek için akın akın gelirler.
Her taraftan yağmur gibi kurşun yağar. Zaruhi, annesi ve ablasıyla dereyi geçip, son kez dönüp evlerine baktıklarında bir top mermisinin düşüp evlerinin yanıp dağıldığını görürler. Kızlar ‘’evimiz yandı, evimiz yandı’’ deyip ağlamaya başladıklarında, anneleri ‘’hadi yavrum yürüyün hayatta kaldığımıza şükredin’’ der ve yoğun çatışmalar altında yola devam ederler.
Ermeni direnişçilerin açmaya çalıştığı koridor altında yürürlerken, Türkler tarafından açılan ateş sonucu Zaruhi’nin annesi sırtından vurulup düştüğünde kızlar ‘’mama mama’’ deyip ağlamaya başlarlar. Anneleri ‘’gidin yavrum, beni beklemeyin’’ der. Çatışmalar bütün şiddetiyle devam ederken bu sefer Zaruhi’nin ablası vurulur. Zaruhi ablasına ‘’kuyrik kuyrik’’ deyip sarılır bırakmak istemez. Bunun üzerine yaşlı bir kadın Zaruhi’nin kolundan tutar ‘’gel yavrum artık ne annenden ne de ablandan fayda yok’’ deyip alıp götürür.
Gece yoğun saldırıların altında Zaruhi, kendi yaşıtı bir kız, ellerinden tutan yaşlı bir kadın, kadının yaşlı kocası ve yeni evlenen genç bir çiftle grupdan koparlar. Yaşlı adam bunları alır Hacin’de top mermisiyle yıkılmış bir fırının sığınağına götürür, içeri girdiklerinde orda bir gelinin kucağında bebeğiyle saklandığını görürüler. Herkes açtı. Yaşlı kadın yanına küçük bir torba içinde biraz bulgur almıştı. O bulgurdan avucuyla azar azar insanlara vererek yerler. Dışardan silah sesleri ve tekbir sesleri yaklaşınca fırından çıkamazlar.
Gece bebek ağlar, büyükler bebeği sustursun diye geline kızarlar. Çocuk aç, gelinin sütü kesilmiş, memesinden süt gelmez. Gelin bebeği susturmak için, kucağına alır bağrına basar. Zahuri sabah uyandığında sessiz sessiz ağlayan gelinin elleriyle yeri eşelediğini görür. Bebek ölmüştü. Yaşlı kadın ve yaşlı adam gelini sessizce teselli etmeye çalışır. O gün içerde küçük bir yer açıp bebeği toprağa verdikten sonra yaşlı adam ‘’bu gece bir yol bulup burdan çıkıp, bir Alevi köyüne ulaşabilirsek kurtuluruz’’ der.
İhtiyarın mesleği kalaycılık olduğu için nerde Alevi köyleri var biliyordu ama Ermeniler’in yanında Aleviler de zulüm görüyordu. Çünkü Aleviler çetelere katılmayıp ve destek vermedikleri gibi ayrıca her köyde asker kaçakları vardı. Askerler ve çeteler Alevi köylerine baskınlar yapar, ölümle tehdit ederek asker kaçaklarını askere, askerlik yapanları ise çetelere katılması yönünde baskı yaparlar. Yaşlı başlı demeden insanlar dövülür ve hakaret edilir.
Sadece o da değil, Ermeniler ile Alevilerin ilişkisi her zaman iyi olmuştur. Osmanlı’nın zulmünden kaçan Aleviler bölgede Ermenilerin sayesinde nefes alabilmişlerdi. Dolayısıyla 1918 yılında Ermeniler geri döndüğünde en çok da Aleviler sevinmişti.
O bölgede Hacin’e yakın Ermeni şehirleri olan Höketçe (Tufanbeyli), Sis (Kozan) ve Feke’ye bağlı Alevi köyleri vardı ama o taraflara gitmek zor ve tehlikeliydi. Dolayısyla yaşlı adam ‘’yapabilirsek Develi’ye doğru gidelim, orda bildiğim Alevi köyleri var’’ der. Develi, Kayseri’ye bağlı bir ilçe.
O gece gizlene, gizlene yola çıkarlar. Bir kuş kanat çırpsa, bir dal kımıldasa korkudan insanların yürekleri ağzına gelir. Nasıl korkmasınlar? ‘’Bir Ermeni öldürenin cennete gidip 72 huri kızına kavuşacağı’’ bir zihniyet karabasan gibi Hacin’in üstüne çökmüş, insanlık kalmamıştı. Kimsesizlik vardı, çaresizlik vardı. Aç susuz dağları, taşları aşarak beş gece sonra şafak söktüğünde Develi’nin Çadıryeri (Gezbel) köyüne ulaşırlar. Çadıryeri köyüne ulaşırlar ama Jandarma onlardan önce köyün başına dikilmişti. Develi’nin dört Alevi köyü vardı, dolayısıyla Hacin’den kaçan Ermeniler ya Çadıryeri’ne, ya Alaylı’ya, ya Kayapınar’a, ya Derebaşın’a sığınacaklardı. Bunu bilen devlet bu köylere gözaçtırmıyordu.
Köyün yakınına geldiklerinde yaşlı adam ‘’siz burda bekleyin, ben köye gidip, bir kontrol edip geleyim’’ der ve ayrılır.
Kısa bir süre sonra köyden üç -dört kişi gelir, açlıktan dizden düşmüş çocukları ve insanları alıp İpo (İbrahim)’nun evine götürüp orda toplanırlar. İnsanlar bin yıldır tanışıyormuş gibi ‘’kurban- hayran’’ deyip sarılırlar birbirlerine. Yoksulluk vardı. İpo’nun eşi Feo (Fatma) bir çorba yapar ama İnsanlar acıdan kederden yiyecek halde değildi. Çocuklar zor bela birşeyler yer yemez hemen uyurlar. Büyüklerin ise gözüne uyku girmez. İki kimsesiz halkın çocukları ocakta yanan ateşin önünde oturmuş gah dertleşip, gah ağlayıp, gah ne yapacaklarını düşünürler.
‘’Ku mar li hew hevalband bu
La dari hevdi xayi bu
Ba pisiye xayil nebu
Ja we haqtır qe tuşt tune’’
Köylüler ‘’bu canlar buraya kadar gelip bize sığındılar ,ne yapıp edip bu canları korumalıyız’’ diye söz birliği ederler.
Üç -dört gün sonra köye baskın yapan askerler kimsenin kımıldamasına izin vermezler. Komutan hakaret ederek ‘’ Gavurları (Ermenileri) çıkarın, yoksa burda hepinizi yakarım’’ diye tehdit eder. Köyde Türkçe bilen biri ‘’başefendi burda bizden başka kimse yok’’ deyince, komutan ‘’ulan Kızılbaşlar ben sizi bilmezmiyim, sizin gavurdan farkınız yok’’ deyip köylülere yaşlı başlı demeden saldırırlar.
Köylüler, büyükleri saklamış, Feo ise kız çocuklarını yanına alarak ‘’aman yavrum size dininizi sorarlarsa, elhamdülillah müslümanız deyin’’ diye tembih eder.
Köyde ev, ev girip arama yapan askerler yaşlı adamı, eşi ve genç çifti yakalayıp alıp götürürler, köyün dışında kurşuna dizerler. Yardım edenler yargılanmak üzere alınıp götürülür.
Askerler, yaşlı adamı, eşini ve genç çifti kuşuna dizdikten sonra köye geri dönüp ‘’burda iki kız çocuğu daha varmış’’ deyip almaya gelirler. Zaruhi, Feo’nın eteğine yapışır, Feo, Zaruhi’ye yapışır, diğer çocuk başka bir kadınla birbirine yapışır. Köyde bir feryat figan kopar. Kadınlar, yaşlılar ve çocuklar askerlerin önüne dikilir. Verirsiniz, vermeyiz derken, Feo orda iki oğlunu ve iki kızını göstererek ‘’can mı istiyorsunuz, hangisini alırsanız alın , ama bu masumları vermeyiz’’ deyince, komutan ‘’ne halin varsa gör’’ der gibi bırakır gider.
Büyük bir acı yaşayan köylüler, ‘’bu ihbarı kim yaptı’’ derken, dayısı Ermeniler tarafından öldürülen bir kişinin ihbar ettiği söylenir. Köyün asker kaçağı gençleri gidip adamı öldürmek isterler ama yaşlılar ‘’siz adamı gidip öldürürseniz, bu köyü burdan kaldırırlar’’ deyip izin vermezler.
Zaruhi’ye ‘Zarife’’ demek zorunda kalan köylülerin tek tesellisi iki kız çocuğunu kurtarmak olur. ‘’İki melek gibi’’ deyip, Zaruhi’ye Zarife Melek, diğer kız çocuğuna da Hanım derler.
Zarife Melek’i İpolar büyütür, Hanım’ı da başka bir aile büyütür. Yıllar geçer iki kız büyüyüp on beş yaşına geldiklerinde Sarız’ın bir Alevi köyünde kalan bir Ermeni aile oğulları için gelip Zarife Melek’i alıp götürürler. Aileye alışamayan Zarife Melek ‘’evlenmek istemiyorum’’ deyip, ‘’baba ocağı’’ dediği İpolar’a geri gelir. Daha sonra Sarız’ın Ördekli köyünde Memik’i Çifo (Mehmet Şahin) ile evlenir, Hanım ise Çadıryeri köyünde evlenir.
Zarife Melek altı erkek ve üç kız çocuğu doğurur. Son çocuğuna hamileyken kocasını kaybeder. Çok sıkıntı çeker. O da o yörede birçok insan gibi Sonbahar’da çocuklarını alır, Çukurova’ya mevsimlik işçi olarak gider. Büyük çocukları tarlalara, kendiside evlere yemek ve temzilik işleri için gider, Bahar’a kadar çalışıp biraz para yaptıktan sonra köye geri dönerler. Üç-dört sene gidip geldikten sonra geçimlerini düzene koyup bir daha gitmezler.
Büyük çocuklarını okutamayan Zarife Melek karar verip en son üç çocuğunu okutmak için okula gönderir ama Mustafa Kemal’in resmini veya büstüne gördüğünde yüzünü dolar ‘’bunun askerleri benim annemi ve ablamı öldürdü’’ der sevmez.
Zarife Melek’in annesi ile ablası öldürülmüştü , ya babası n’olmuştu? Yaşıyor mu , ölümü bir haber yoktu. Aslında o yörelerden (İç Toroslar) Suriye’ye kaçak gidip gelen bir çok Kürt Alevi vardı. Kimisi gidip çay, kahve, tütün ve kumaş sırtlarında getiriyordu, kimisi de Ermeni dostlarını ziyarete gidip geldikleri için sürekli Aleviler ile Ermeniler arasında bir iletişim vardı ve insanlar birbirlerinden haberdar oluyordu.
1957’ye kadar Zarife Melek babasından haber alamayınca öldüğünü sanmıştı. O yıl kışın Göksün’ün Göynük köyünden Kıro ( Kıroy Göynik’e) elinden bir mektupla çıkar gelir. Kıro, Beyrut’a gittiğinde bir dost sohbetinde ‘’memlekette kim var, kim yok’’ derken konu Zarife Melek’e gelir. Orda bir adam Kıro’nun anlatıklarından yola çıkarak bir mektup yazıp, Kıro’ya verip göndermişti.
Mektupda hal-hatır sorduktan sonra ‘’adın ne, annenin ve babanın adı ne, ne iş yaparlardı, ailenle ilgili ne hatırlıyorsun?’’ diye yazıyordu.
İçine bir ışık doğan Zarife Melek, asıl adının Zaruhi olduğu, annesin ve ablasının öldürüldüğü, babasının ayakkabıcı Sukyas Tekesyan olduğu ve aynı zamanda Aram Çavuş’un yanında Hacin’i savunan bir direnişçi olduğunu yazar ve Kıro’ya verip gönderir.
Mektuba cevap gelince dünyalar Zarife Melek’in olur. Babası Sukyas Tekesyan soykırımdan kurtulmuş ve hayattaydı. 1920’de Hacin’den Adana’ya çatışarak giden Hacinliler’den ancak 300-400 insan Adana’ya ulaşıp kurtulmuştu, kurtulanlar arasında Sukyas Tekesyan’da vardı. Sukyas Tekesyan bir süre Adana’da kalır, Hacin direnişinde hayatını kaybeden bir direnişçinin dul kalmış iki çocuklu eşiyle evlenir. Kadının Yiprem adından bir oğlu ve Hatun adını verdiği bir kızı vardı. 1921’de Fransızlar Türk hükümetiyle anlaşıp gidince, Ermeniler’de gider. Sukyas Tekesyan eşiyle beraber bir süre daha o bölgede kalır. 1922 yılında Hacin’e çetelerin başı kaymakam Saim beyin ismi verilerek Saimbeyli denilince, Sukyas ‘’yurt kötüye kaldı’’ deyip eşini ve eşinin çocuklarını alır önce Halep’e, ordan da Beyrut’a gider yerleşirler. Beyrut’a yerleştikten sonra Toros ve Mesrop adında iki oğulları doğar ve ailecek ayakkabıcılık yapmaya devam ederler.
Baba-kız biran önce kavuşmak için sabırsızlanırlar. Sukyas davetiye gönderir ve o yıl Zarife Melek, Beyrut’a gitmek için yola çıkar ancak İslahiye’de gümrük memurları çıkışına izin vermezler. Aradan altı yıl daha geçer, bütün masrafları babası karşılar ve 1963 yılında bu sefer büyük oğlu Ali ile yola çıkarlar. Tren Beyrut’da istasyona girdiğinde, babası, üvey annesi, üvey kardeşleri, üvey annesinin çocukları ve aile dostlarından büyük bir kalabalık bekler.
Zarife Melek, babasını görür görmez tanır. Sarılırlar birbirlerine, gözyaşları ve sevinç birbirine karışır, çok duygulu bir karşılaşma olur. Beyrut’da üç ay kalır. Bu süre zarfında televizyonu ilk orda babasının evinde görür. Ailesi alır kiliseye götürür ve vaftiz edilir. Papaz dua ettikten sonra, çok duygulu bir konuşma yaparak Ermeniler’i koruyup yardım ettikleri için Aleviler’e teşekkür eder.
Aile, Zarife Melek’e büyük değer verir ‘’burda kal sana ve çocuklarına bakarız’’ derler ama Zarife Melek ‘’ hayır, benim orda çocuklarım ve bir çevrem var. Sizi seviyorum ama çocuklarımı daha çok seviyorum’’ deyip kabul etmez.
Üç ay sonra Zarife Melek hediylerle doldurulmuş çantalarla memlekete döner. Çocuklarına, gelinlerine, komşularına hediyeler getirir. Beyrut’a gidip geldikten sonra daha çok hüzünlenir, aradan geçen kırk üç yılın hüznü çöker yüreğine. Sık sık gelen mektuplarla teselli bulur. 1969 yılında babası Sukyas Tekesyan ölünce mektuplar azalmaya başlar, 1970’de tamamen kesilir ve haber alamaz. Haber alamayınca kendisine daha çok dert edinir. Daha sonra üvey annesi, üvey kardeşleri ve üvey annesinin çocuklarının Arjantin’e göçüp yerleştiklerini arkadaşı Hanım’dan öğrenir. Hanım’ın ailesinden sağ kurtulanlar Arjantin’e yerleşmişlerdi ve Hanım ile hableşiyorlardı.
Bağlantı kopunca Zarife Melek çok üzülür ve çok ağlar, ‘’keşke önce haberim olsaydı, bir gidip görseydim’’ der. Üzüntüden sık sık hastalanır ve 1988 yılında Adana’da hayata gözlerini yumduğunda cenazesi bir Ermeni papazı ile bir Alevi pirin dualarıyla toprağa verilir.
AHMET GÜVEN
GERÇEK GAZETESİ